13 Şubat 2015 Cuma

Christian McBride ile söyleşi..


Akbank Caz Festivali kapsamında, piyanoda Christian Sands ve davulda Ulysees Owens Jr.’dan oluşan üçlüsü ile İstanbul’u ziyaret eden üç Grammy’li jazz üstadı Christian McBride ile müzikal geçmişi ve son albümü üzerine konuştuk. 
Erken yaşta bir çok jazz efsanesi ile çalışma imkanı buldunuz. Bir çok müzisyenin hayaline, bu kadar genç yaşta ulaşmak nasıl bir duygu?
Bundan onur duyuyorum. Genç yaşta jazz efsaneleri ile çalarak çok talihli ve şanslıydım. Onlarla çalma imkanı buldum, çünkü bunu çok istedim. Bu adamlarla çalmak için neler yapmam gerektiğini bulmaya çalıştım. Bir kısmı oldukça basitti, yalnızca bilinen parçaları değil, o kişinin tüm müziklerini öğrenebildiğin kadar öğren. Bir noktada onlarla konuşup, onlarla çalmak için ne kadar heyecanlı olduğu öğrenmelerini sağlamalısın. Genç müzisyenlere hep sorduğum bir soru var: “Eğer istediğin her hangi biri ile çalabilecek olan, bu kim olurdu?”. Bazıları Herbie Hancock diyor, bazıları Chick Corea, McCoy Tyner ya da Wayne Shorter. Sonra diyorum ki: “Eğer bu efsanelerle çalmak istiyorsan bir planın olmalı”. Bir gün şansın yüzüne güleceğini ve seni keşfedeceklerini umut ederek olmaz. Onlara gitmeli ve onlarla ne kadar çok çalmak istediğini anlatmalısın. Ayrıca onlarla çalmak isteyen diğer genç müzisyenlerden farklı neye sahip olduğunu söylemelisin. Ve genç müzisyene soruyorum; “Chick Corea ile çalmak istiyorsun, onun müziğinin ne kadarını biliyorsun?”. Şunu bunu biliyorum diyorlar. Bilirsiniz Chick Corea’nın çok fazla müziği var. Onu etkilemek istiyorsan, o sıralar çaldığı parçaları bilmelisin, çünkü eski şarkılarını değil, güncel müziğini çalmak isteyecektir. Yani bilirsin, Corea’nın güncel müziğinin kaydını yapmalısın. Ben her zaman genç müzisyenlerin gerçekten bunu yapabilmek için ekstra efor gösterdikçe herkesle çalmalarının mümkün olduğunu hissediyorum. Ve böyle düşünüyorum, ben böyle yapmıştım. Tüm bu efsanelerle çalmak için ekstra çaba harcadım. 
Freddie Hubbard’la iletişiminiz nasıl gelişti?
Hubbard’la davulcu Carl Allen vasıtası ile tanıştım. O zamanlar Freddie Hubbard’la çalıyordu ve Freddie ile çalmayı ne kadar çok istediğimi biliyordu. Güney Karolina’da bir konser vardı ve basçıya ihtiyaçları olmuştu, Carl bu konserde çalmamı sağladı, Freddie ile böyle tanıştık. Bir kaç ay sonra Freddie’nin düzenli grubu ile bir konser vereceklerdi, Carl Allen yine beni tavsiye etti ve sonrasında Freddie yaklaşık üç sene beni bu grupta tuttu. Muhteşem Freddie Hubbard ile çalışmaktan gurur duymuştum. 
Juilliard Müzik Okulu’na gittiniz. Bir müzisyen olarak algınıza ne gibi katkıları oldu?
Beni değiştirdi mi bilmiyorum. Ama orada klasik müzik çalarak ve gelmiş geçmiş en iyi klasik kontrbasçılardan biri ile çalışarak çok iyi vakit geçirdim. İsmi Holmer Minch’ti ve çok güzel bir adamdı. Onla çalışmaktan büyük keyif aldım.
Oraya bir sene devam ettim, yani orda fazla zaman geçirme şansım olmadı ama çalgım hakkında çok şey öğrendiğimi hissettim ve oldukça iyi eğitim aldım, kulak eğitimi dersleri, klasik müzik tarihi.. Dediğim gibi bir yıl yeterli değildi, oraya devam ederken jazz konserlerine de devam ediyordum. Ama orayı sevdim. Çalışmak için harika bir yer. Özellikle klasik müzik çalmak istiyorsanız.
Solo stilinizi etkilediğini düşündüğünüz belirli müzisyenler var mı?
Freddie Hubbard, Jaco Pastorious, McCoy Tyner, Joe Henderson, Ray Brown ve
Paul Chambers.
Bir kaç kez Grammy kazanmış bir müzisyen olarak jazz’ın geleceği hakkında görüşleriniz nedir?
Kimse bilemez. Bilirsin bu her günün güzelliği. Ne olacağını bilemeyiz, yani yaşamalı ve ne olduğunu görmeliyiz.
Son albümünüz “Out Here” ve yaratım sürecinden bahsedebilir misiniz?
Benim düzenli çaldığım üçlüm ile kaydettik. Piyanoda Christian Sands ve davulda Ulysees Owens Jr. ile yani, bir kaç gün içinde İstanbul’a da beraber geleceğiz. Bunun öncesinde üç sene turnede yollardaydık, yani bu kayıtla ilgili olağan olmayan bir şey yok. Stüdyoya girdik ve üç senedir çaldığımız parçaları kaydettik. Sanırım Christian Sands’in ilk stüdyo kaydıydı. Gençken kendi kendine kayıtlar yapmış ama kendi müziğini değil de başkalarıyla çaldığı ilk stüdyo kaydıydı. Ulysees daha önce benim big band kayıtlarımda vardı, Kurt Elling ve diğerleri ile çalıştığımız. Eğlenceli bir kayıttı, Aralık’ta yenisini yapacağız.

*Jazz Dergisi, Ocak 2015 sayısında yayınlanmıştır. 


İbrahim Maalouf ile söyleşi..



24. Akbank Caz Festivali kapsamında 25 Ekim Cumartesi günü Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda sahne alan, jazz’a Arap müziği etkilerini harmanladığı trompet stili ile tanınan İbrahim Maalouf’la müzik ve kariyeri üzerine bir sohbet.
Sanatçı bir ailede büyüdünüz. Bunun kendinize özgü sound’unuzu yaratmanızda nasıl bir etkisi oldu?
Tabi ki her türlü kararımda ve sanatsal yönelimlerimde etkisi büyük oldu. Babam bana kendine özgü bir enstüman ve onu çalmak için kendi icat ettiği sıradışı bir yol verdi. Kabul etmeliyim ki bana neredeyse herşeyi verdi.
Dört pistonlu trompetinizden bahsedebilir misiniz? Bu çalgı özel olarak sizin için mi yapıldı? Bu enstrüman mikrotonları çalmanızda nasıl bir kolaylık sağlıyor?
Babam bu çalgıyı 1960’larda icat etti. Standart trompete çeyrek tonluk bir dördüncü pistonun eklenmesi makamların çalınmasına imkan veriyor. Makamları çalarken; jazz, blues ve rock ile harmanlıyorum.
Müziğinizde Arap makamlarını kullanmanıza Batılı kulakların tepkisi nasıl oluyor?
Sanıyorum insanlar bundan oldukça hoşlanıyor. Tam olarak ne hissettiklerini söyleyemem ancak konserlerde insanların iyi vakit geçirdiklerini, makamları ve tarab[1]’ı anladıklarını görüyorum. Bence müzik gerçekten uluslararası bir dil. İnsanlar beni anlıyor çünkü samimiyim. Müziğim bazı açılardan karmaşık olabilir ancak anlaması kolay. Bu iki yaklaşım arasında uzlaşma sağlayabilmek için hep elimden gelenin en iyisini diledim. Müziğimin yapısal olarak karmaşık olmasından hoşnudum, ancak dinlemesi ve dans etmesi kolay olmasını seviyorum.
Türk müziğine ilginiz oldu mu hiç?
Türk müziğini seviyorum. Bence Türkiye en ilginç pop kültürlerinden birine sahip. Ayrıca Türkiye Roman müzikleri dinleyerek büyüdüm. Mesela Laço Tayfa. Hüsnü Şenlendirici idollerimden biri.
Müziğiniz basında sıklıkla “Doğu ve Batı’yı bağlayan köprü” gibi ifadelerle geçiyor, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Neden olmasın. Ama ben böyle hissetmiyorum. Bence, internetin bize dünyanın tüm kültürlerini bir klikle getirdiği harika bir dönemde yaşıyoruz. Şimdi bir çoğumuz beste yaparken kesinlikle bu kültürlerden etkileniyoruz. Dünyanın tüm kültürlerini duyup ya da dinleyip, buna kayıtsız kalamayız.
Gelecekteki projelerden bahseder misiniz?
Bir çok farklı projem var, bir sonraki bir rap şarkıcısıyla, Oxmo Puccino ile ve ‘Alice Harikalar Diyarında’ hikayesiyle ilgili. Kasımda yayınlanacak. Ve sonraki 2 albüm tüm Arap müziği severler için büyük sürpriz olacak. Ayrıca pop şarkıcılarıyla ve sinemayla ilgili projelerim var.
Müzik dışında zamanınızı nasıl geçirmekten hoşlanıyordunuz?
Ailemle vakit geçirerek! Özellikle kızım Lily, dünyanın en güzel kızı! (gülüyor)
Size ilham olan müzisyenlerden bahseder misiniz?
Çok fazla var. Bunun için on sayfaya ihtiyacımız var. Ancak sorunuzu çok kısa yoldan cevaplarsam, beni en çok etkileyenin babam olduğunu söyleyebilirim. Bana müziği, klasik tekniği ve makamları verdi; bana tarab ve mawal[2]’ı öğretti.





[1] Klasik Arap müziği, müziğin deneyimi ile varılan ruhani keyif, Mevlevi kültüründeki sema kavramı gibi kullanılmaktadır.
[2] Arap geleneksel müziğinde vokal bir tür

* Jazz Dergisi, Ocak 2015 sayısında yer almıştır. 

İlhan Erşahin ile söyleşi..


Saksofonda İlhan Erşahin, basta Alp Ersönmez, davulda Turgut Alp Bekoğlu, perküsyonda İzzet Kızıl’dan oluşan İstanbul Sessions’ın yeni albümünün kaydı ve bir dizi konser için İstanbul’da bulunan İlhan Erşahin’i albüm kayıtları esnasında ziyaret ettik.
Şu an ne kaydettiğiniz ile başlayalım mı?
Bu İstanbul Sessions’ın üçüncü albümü. Kayda bugün başladık.
Türkiye’de mi yayınlanacak?
Tabi, her yerde yayınlanacak. Avrupa’da.
Diğer projeler nasıl gidiyor? Love Trio, Wonderland...
Valla her şey devam ediyor. Wonderland en son çıktı. Love Trio da devam ediyor, ama daha çok New York’ta Nublu’da çalıyoruz, senede bir iki kere küçük bir şey yapıyoruz onun dışında. Son plağı beş sene önce yaptık ama hep çalıyoruz. Bir sürü yeni parça aslında, daha kaydetmedik ama inşallah bu sene olacak. Ama turne olarak en aktif İstanbul Sessions, Wonderland’le bir şeyler yapıyoruz.
İsveç’te doğup büyümüşsünüz ve sonrasında Boston Berklee’ye gitmişsiniz..
Evet iki sene Berklee’de okudum, sonra New York’a geçtim.
İsveç ya da New York gibi jazz kültürünün güçlü olduğu yerlerde yaşamışsınız. Bu ses dünyalarının sizin müzikal ifadenize ne gibi katkıları oldu? Bir de İstanbul tabi.
Her şey etkiliyor tabi, bazen düşünüyorum, niçin böyle çalıyorum diye ama tabi ki İsveç, o Nordik havalar, öyle büyüdüm yani, Jan Garbarek’lerle falan. Ondan sonra Türkiye’de hep Türk müzisyenlerle çaldığım için böyle bir havada girdi benim içime. Aynı zamanda New York’ta da çaldım hep, New Yorklu müzisyenlerle takıldım, her gün orada Nublu’daki müzisyenleri dinlediğim için. Öyle kafam karışık oldu yani (gülüyor).
Jazz’a ilginiz nasıl başladı? Neden enstrüman olarak saksofonu seçtiniz?
Ben aslında gençken müzik dinliyorum, seviyordum. O günün grupları, David Bowie, Bob Marley, Rolling Stones, T-Rex falan, daha çok öyle rock punk dinleyerek başladım, ska, punk, Sex Pistols falan. The Clash falan.. Ama hep sakfoson solo duyduğum zaman bir yerde bu ne enstrüman, sevdim yani. Ondan sonra denk oldu aslında, lisedeyken, bir kaç arkadaşla tanıştım, yeni lise arkadaşları, onlar bir grup kurdular. Ska grup, ilk konser vereceklerdi iki ay sonra bir horn section [1]lazımdı, konuştuk, ben de ilgileniyordum ama o zaman çalmıyordum. Baya 15 yaşındaydım. Ondan sonra “Ben çalmak istiyorum bu konserde” dedim, gittim kiraladım bir tane saksofon, ondan sonra iki ay prova yaptık. Tabi sololar böyle nota nota. İki ay sonra konser yaptık, sonra o grup baya tutuldu, bizim okulda yani, değişik liselerde çalıyorduk. Öyle yani, ondan sonra saksofon çaldığım için, plak dükkanı gidip başka kim saksofon çalıyor diye araştırdım. Çünkü bilmiyordum o zaman yani, böyle John Coltrane, Stan Getz falan olduğunu bilmiyordum. Ama o zaman araştırma yapmaya başladım, bir sürü plak almaya başladım. Sonra Stan Getz’i keşfettim, o ilklerden biri, ondan sonra John Coltrane, Steve Grossman, Sonny Rollins, Joe Henderson. Sonra yavaş yavaş o müzikten uzaklaşmaya başladım ve yavaş yavaş jazz dünyasına girdim.  Sonra 20 yaşında Amerika’ya gittim o zaman tamamen jazz’cı oldum, diğer müziği unuttum. Ondan sonra on sene baya her gün 12 saat her gün jazz çalıştım, çaldım. Soloları transkript ettim, Amerika’dayken oradaki müzisyenlerle çalışmaya başladım. Orda daha çok standartlar olayına girdim, aynı zamanda Thelonious Monk parçaları, Wayne Shorter parçaları falan. Ondan sonra 1990’ların sonunda geri dönüş yaptım, çünkü 10-15 sene jazz ile geçti. 1998’de bir şey hissetmeye başladım, ben kimim, yani benim kimliğim ne, jazz’dan büyümediğim için, yapma gibi değil de, sonradan gelen bir şey gibi oldu. Zaten Massive Attack, Portishead gibi şeyler, trip-hop çıkmaya başladı ve bana çok yakın gibi hissettim. Çünkü hissettim ki onlar da tam benim gibi müzikten geldiler, hem jazz vardı, hem dub vardı, hem Jamaika vardı, hem rock vardı, hem electronica vardı. O zaman Wax Poetic’i kurdum ve amaç, hem trip-hop hem Groove, hem elektronik DJ’lik, ama aynı zamanda saksofon da vardı içinde. Ondan sonra zaten, 15-16 sene falan oluyor, artık kendi müziğimi yapmam lazım olduğuna karar verdim. Ondan sonra zaten hala ara sıra standart falan çalıyorum ama o günden sonra kendim renk peşindeyim. O zaman Türkiye’ye daha sık gelmeye başladım, Hüsnü Şenlendirici ile tanıştım. İlk Wonderland’i o zaman kurduk. Sonra beş altı sene sonra İstanbul Session’ı kurduk. Aynı zamanda Love Trio’da keyboard çalmaya başladım, çünkü eskiden çalmıyordum.
Rhodes mu vardı?
Genelde Rhodes ve ya Wurlitzer çalıyordum. Öyle yani. Doğal bir şekilde bir yere gidiyor.
Peki İstanbul jazz sahnesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Valla bence heyecanlı yani, çünkü çok hoş müzisyenler var burada. Hepsini, herkesi seviyorum valla. Bir sürü güzel müzisyenler var. Ben burada jazz dünyasına girdiğim zaman az kişi vardı, Aydın Esen, Caz Kozlu, Mahmut Yalay, İmer Demirer falan. O takımda çalıyordum, sonra daha gençler çıkmaya başladı. Ondan sonra patlama oldu zaten bir sürü genç, Amerika ya da Hollanda’ya gitti müzik öğrenmeye. Geri geldiler, herkes ulusal bir lezzetle döndü, bence güzel yani. Baya hareketli sonuç olarak İstanbul. Bazıları burada çok yok diyor ama yani, Paris ya da Berlin’e gittiğin zaman daha fazla jazz’cı yok orda. Burada baya hoş bir renk var ve kalite yüksek, çok iyi müzisyenler var. Hem Batı müziği biliyorlar, arkada böyle Türk müziği de var herkeste. Onun için böyle çok zenginlik var bence.
Siz peki kendi doğaçlamalarınızda, yaratımlarınızda Türk müziği konusunda daha uzman olan kişilerle de çalışıyorsunuz, Türk müziği jazz füzyonunun kültürel altyapısı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Valla ben seviyorum. Türk müziği bilmiyorum, baya bilmiyorum. Yani topluyorum, dinliyorum, kulak olarak, renk olarak biliyorum.
Ama makam teorisi falan bilmiyorsunuz...
Ben ona girmedim, ilgileniyorum ama aynı zamanda ilgilenmiyorum. Çünkü ben kendim renk peşindeyim, onun için Wonderland Türk bir plak aslında arabesk, Roman havaları var.
Hüsnü vardı değil mi onda? Başka kimler var?
Evet Hüsnü (Şenlendirici-klarnet) var. Son plakta Ozan Musluoğlu (bas), Volkan Öktem (davul) çalıyor, yaylılar var, bir kaç şarkıcı var. Ama canlıda Alp Ersönmez (bas) çalıyor, Volkan, Hüsnü, ben ve İzzet Kızıl (vurmalılar) çalıyoruz. Plakta Mehmet Akatay (darbuka) da çalıyor. Yani onda baya Türk renkler veriyoruz hepimiz. Şeye girmedim, eski Türk parçaların jazz versiyonunu yapayım veya da eski makamı alıp onun jazz versiyonunu yapayım. O benlik değil. Başkaları daha güzel yapıyorlar, onlar yapsın (gülüyor).
New York Nublu’nun şehrin jazz sahnesindeki rolü nasıl?
Valla Nublu çok önemli oldu, hem çok iyi müzisyenler orda çaldı, baya müzisyenlerin gittiği bir kulüp oldu. Sadece jazz değil yani, her çeşit müzik var. Zaten jazz çok karıştı ya, her çeşit müzik var. Her gün müzik yapıyoruz, her gün iki grup çıkıyor. Yani Pazar, Pazartesi, Salı, her gün bir şey var. Artık her şehirde, çok öyle yerler yok. Genellikle turistik yerler var New York’ta, Blue Note, Village Vanguard, Jazz Standart. Çok yok ama 5-6 tane var. Ama Nublu biraz daha deneysel, underground, gençlere yer vermek, geç saatte olan bir kulüp. Çok jam session olan bir kulüp.
İşin 50’lerdeki ruhunu tutuyor yani..
Evet, biraz öyle aslında. Diğer mekanlarda o meşhur efsaneyi görüyorsun, para ödüyorsun, oturuyorsun, seyrediyorsun, elli dakika sonra gidiyorsun. Ama Nublu’da bir karışıklık var, o zaman tabi ki daha yaratıcı bir şey oluyor. Onun için zaten bir sürü grup orda başladı. Mesela bir şarkıcı geliyor, basçı arıyor. Gelip Nublu’da takılıyor bir kaç gün, orda dinliyor ve davet ediyor grubuna. O çok oluyor Nublu’da.
Tam bir music scene[2] yani...
Evet, amaç da öyle aslında. İstanbul’da da onun için açtım. Biraz benim kafamda öyleydi. Bazen insanlar şey diyor, senin ne işin var mekan sahibi olmak falan. Ama ben bir sorumluluk hissediyorum çünkü burada da lazım öyle bir yer.
Peki jazz’ın kanonlaşması[3] hakkında ne düşünüyorsunuz? 1980’lerde Wynton Marsalis’ın başını çektiği çevrenin, standartlar repertuarını tanımlayarak tıpkı 18. ve 19. yüzyılın klasik ya da romantik repertuarı benzeri bir anlayışla seslendirilmesi ve jazz’ın salon müziği haline gelmesi ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Tabi klasik müzik gibi bir hale gelmesi gibi bir şey var. O da lazım bence. Bebop da lazım, ya da o geleneksel hal de lazım. Bu bir Amerikan sanatı olduğu için Lincoln Center’i kurdular, tam klasik müzik gibi bir şey, kütüphane yapmak istediler. Oradan tabi ki yüzlerce genç müzisyen, ona göre büyüdüler ve öyle çalıyorlar. Ben karşı değilim, o da olsun. Birisi Thelonious Monk gibi çalıyorsa, ben Monk’u dinlemeyi tercih ediyorum. Ya da birisi Wynton Marsalis gibi çalıyorsa, ben Lee Morgan’ı dinlemeyi tercih ediyorum. Ama yine de böyle aman Wynton çok kötü gibi bir şey yok, bir sürü acayip müzisyen var o anlayıştan gelen. Tabi Amerika’da çok eleştiri var, jazz çok geniş, ama sadece bir tür müzisyen orada çalıyor.
Mesela İskandinav jazz’ını kabul etmemek, fusion jazz’ı ya da başka türlerin etkilerini kabul etmemek gibi. Hani doğru olan budur gibi bir yaklaşım var ya.
1990’lar sonu, 2000’lerin başında bütün festivallerde, bana sorarsan hata yaptılar, bu olay. Çünkü hep çok geleneksel, çok kişiselliği olmayan müzisyenleri getirdiler. Çok iyi saksofoncu diyelim, ama Sonny Rollins değil yani. Ama çok iyi çalıyor. Gençler onu hissediyor ve hakiki olmadığı için hissettiler. Gençler festivale daha az gitmeye başladılar, bütün festivaller bunu görmeye başladı. Ondan sonra 2005’ten sonra gençler bize gelmiyor gibi bir hal oldu, tabi indie rock patlaması oldu. Ondan sonra biz de Bjork de getirelim, Portishead’de getirelim, B.B. King.. Blues, rock, Elvis Castello getirelim. Değişik insan çekmek için. Şimdi jazz festivali de tamamen değişti, şimdi jazz festivali her yerde müzik festivali oldu yani. Adı var ama her müzik içine girdi. Hem aynı zamanda dünya da karıştı, herkes her şeyi dinliyor. Her şeyi seviyor. Doğal bir şekilde bir sonuç oldu.
Yakın gelecekte neler olacak, yeni projeleriniz var mı?
İstanbul Sessions’ın yeni albümünü kaydediyoruz bugünlerde, şimdi değişik bir ses peşindeyiz. Grup olarak jazz’dan biraz uzaklaşıyoruz, baya rock gibi, büyük sahnelik düşünüyoruz. Avrupa’da büyük sahnelerde çaldık ve baya hoşumuza gitti, büyük bir sahnede çalmak başka bir enerji vermek, bunun için başka parçalar lazım, başka aranjmanlar lazım.
Besteleri nasıl yapıyorsunuz?
Bazıları hep beraber, bazılarında ben bir fikir getiriyorum, Alp (Ersönmez- bas) bir şey buluyor, Turgut (Alp Bekoğlğu-davul) bir şey buluyor. Genelde kolektif bir şekilde gelişiyor.
Peki doğaçlama oranı nasıl oluyor?
Bizim zaten ruh jazz. Sadece nasıl Miles Davis jazz’dan geldi sonra elektrik, funk grup koydu alt yapıda, ama adam aslında aynı çaldı onun üzerine. Bu biraz öyle yani, ruhumuz jazz ruhumuz açık. Misafirlere çok açık bir grup ama groove ve hissiyat olarak başka bir altyapı peşindeyiz şimdi bu grup olarak.



[1] Bir orkestra ya da grupta üflemeli sazların oluşturduğu bölüm
[2] Türkçesi müzik sahnesi. Ancak daha çok müzisyenlerin, dinleyicilerin, müzik işletmecileri gibi aracıların etkileşimi ile yeni iletişim ağlarının ve yaratım ortamlarının doğduğu müzik çevrelerini belirtmek için kullanılır.
[3] Kökenini Hristiyanlıkta kilisenin bir azizi tanıması olarak bulan terim, Batı müziği tarihinde önemli bestecilerin ve repertuarın belirlenmesi ve gelenekselleştirilmesi bağlamında kullanılır.

* Jazz Dergisi, Ocak 2015 sayısında yayınlanmıştır.

1 Ekim 2014 Çarşamba

Neil Young Konseri İzlenimleri




Bir müzisyenin 20’sinde nasıl bir yetkinlikle şarkı söylüyorsa, neredeyse 70'inde de aynı ses rengini yakalaması imkânsız denecek kadar az rastlanır bir durum. Ve Neil Young; keşke yalnız bunun için sevseydik seni.
Bu yağmurlu yaz ortası akşamında gökte parıldayan şimşekler dahi ilgimizi Neil Young ve Crazy Horse performansından alamadı. ‘Love and Only Love’ parçasında gitarcı Sampedro ile yüz yüze atışarak başladığı konser, hayranlarının heyecan dorukta bekledikleri birçok Neil Young klasiğini duyamamalarına ve alıştığımız şarkı formunun ötesinde uzayan gitar sololarının yoğunlukta olmasına rağmen, yetkinliği ile muazzamdı. Her parça yaklaşık 10 dakika sürdü. Neil Young’ın ‘Goin' Home’,  ‘Days That Used To Be’,  ‘Love to Burn’, ‘Seperate Ways’ gibi parçalarını yorumlarken ustalar;  adeta caz geleneğindeki gibi önce parçanın ana temasını çalıp sololarının hüküm sürdüğü kısma geçerek, ardından parçanın sonuna doğru yeniden ana temaya döndükleri bir akış takip ediyorlardı. Kimileri belki sıkıldı ama tüm konserin en can alıcı kısmı, Neil Young’ın akan ve beraberinde sürükleyen tane tane gitar sololarıydı.
‘After the Gold Rush’ta mızıkayı duyunca heyecanlanan güruh, ‘Seperate Ways’de tam uykuya ve sohbete dalıyordu ki; ‘Only Love Can Break Your Heart’ ve ‘Heart of Gold’ gibi klasiklerle bir anda umulan Neil Young konseri atmosferi yakalandı. 69'luk çınar Neil Young İstanbul'dan, ‘Heart of Gold’ parçasında “keep me searching for a heart of gold, and I'm getting old” derken anlattığı gibi; o altından kalbi bulmaya olan umudumuza dokundu gitti. Bir de bu arayışta yaşlanılsa dahi hiç de fena olmadığını görmüş olduk.
15 Temmuz 2014 akşamı, Maçka Küçükçiftlik Park’ta gerçekleşen konserde tüm zamanların en büyük şarkı yazarlarından Neil Young ve kendisine eşlik eden Crazy Horse grubu yıllarca süren bekleyişin yersiz olmadığının kanıtıydı. Organizatörler Bob Dylan ve Leonard Cohen’e doyan İstanbul’a her nedense Neil Young’ı sakınarak veriyorlardı.  İstanbul’daki konser tarihlerini belirlemeye çalışırken yaz aylarında Neil Young konseri olduğunu duyunca, ön grubu olmayı kendileri tercih eden Midlake de açılış için biçilmiş kaftandı. Bir kaç parçada bir Teksas taşrasından ‘Midlake’ olduklarını hatırlatma ihtiyacı duyan grup ‘Roscoe’ ve ‘Head Home’ gibi gönül tellerini titreten parçalarının yanı sıra mütevazilikleri ile de puan topladı.
Konserde en çok üzüldüğüm ‘Cinnemon Girl’ün efsanevi gitar riff’lerini ve  Kurt Cobain'in intihar notunda alıntılaması ile meşhur olan "it’s better to burn down, then fade away" (yavasça sönüp gitmektense, yanıp kül olmak daha iyidir) sözleri ile içimize işleyen ‘My My Hey Hey’ parçasını duyamamak oldu. 
Mevlevilerde bir deyim vardır, ‘ateşi söndürmek’ demezler de, ‘ateşi uyutmak’ derler. Ateş ilahi aşkın simgesi olduğundan, ateşin sönmesi ruhani arayışın ve böylelikle insanı var eden özün sönmesi anlamına gelir. İşte Neil Young da ne kül olup toza karışıyor, ne de yavaş yavaş sönüyor. Bir uyuyor, bir harlanıyor ve nesillerdir hikâyesini her dinleyene ilham olmaya devam ediyor.
*16 Temmuz 2014 tarihinde Agos Gazetesi'nde yayınlanmıştır. 

Pixies: Alternatif Müzik Çağını Başlatan Topluluk



Kuşkusuz, herkesin hayatında, muhtemelen birden fazla kez, göğe doğru bakıp “Aklım nerede?” diye sorduğu anlar olmuştur. Pixies, 1990’lı yılların aklı karışık çocuklarının marşı haline gelen ‘Where is My Mind?’ adlı şarkısıyla, bu halitüm nüktedanlığıyla ortaya koyarak akıllarda yer etti. Oysa, grubun müzik tarihindeki önemi bu şarkının çok ötesinde;Pixies, 80’lerin sonu, 90’ların başında yaptığı,tadı damağımızda kalan dört albümle alternatif rock ve indierock akımlarına öncü ve köken, grunge’a ise ilham olmuştu.
Pixies’in müziği uzaydan gelmiş gibiydi. Kendinden önceki hiç bir şeye benzemiyordu. Sert ve kirli gitar riffleri, naif ve akılda kalıcı melodilerle harmanlanıyor; bazı kayıtları The Fall gibi post-punk duayenlerinin, cızırtılı gitarları ve canhıraş vokallerine öykünürken, bir diğeri 60’ların vurdumduymaz plaj çocuklarının surf-pop bestelerine benzeyebiliyordu. Sözler yalındı, erişilirdi, insan ruhunun derin dehlizleri ile alıp veremedikleri yoktu. Ancak bir söz öbeğini öyle bir melodi ile sunuyorlardı ki, işin albenisi ortaya çıkan ifade biçiminin samimiyeti ve sarsıcılığıydı. Pixies’in müziği surf-pop ve punk-rock’ın eşi bulunmaz bir dengesiydi. Hatta Kurt Cobain rock tarihinin en iz bırakan parçalarından Nirvana’nın ‘Smells Like Teen Spirit’ şarkısı için; “Aslında yaptığım Pixies’i taklit etmeye çalışmaktı” demişti.
Pixies hikayesi 1986 senesinde Amerika’da Boston’da başlar. Vokalist-gitarist Black Francis ve gitarist Joey Santiago birlikte müzik yapmaya karar verirler. Bir basçı ve davulcu arayışına girerler; ancak özellikle kadın bir basçı tercih etmektedirler. Toplumsal cinsiyet rollerinin bir nevi punk-rock çevrelerindeki yansıması olan bu gelenek; ana melodiyi elektrik gitarcı erkekler çalarken, müziğin armonisini çerçeveleyen bas gitar icracılığın kadın müzisyenlerle özdeşleştirilmesi, o yıllarda oldukça gündemdeydi. Grubun en ilgi görecek üyesi haline gelecek olan Kim Deal seçmelere katıldığında henüz bas çalmayı dahi bilmemektedir, dinlettikleri örnekleri sevmesi üzerine Kim gruba dahil edilir. Bir kaç davulcu denemesinden sonra da David Lovering’in gruba katılmasıyla çekirdek dörtlü oluşur.
Grubun ilk uzun çaları ‘Surfer Rosa’ 1988’de yayınlanır. Yalın ve sürükleyici gitar solosuyla ‘Break My Body’, Kim Deal’in şahane vokalleri ile ‘Gigantic’, sonraları bir çok dizinin kilit sahnesinde, hatta Dövüş Kulübü (Fight Club) filminin müzikleri arasında kullanılacak olan ‘Where is My Mind?’ bu albümün en iz bırakan parçalarıdır. Ardından 1989’da ‘Doolittle’ gelir. Pek neşeli ve umutlu bir Velvet Underground parçasını andıran ‘Here Comes Your Man’; mitoloji ve İncil’den referanslarla ‘Monkey Gone to Heaven’; Pixies’in pek tabi aşk hikayelerine de fon olduğu ‘Hey’ ve ‘Gouge Away’ gibi her biri kendi içinde bambaşka bir karakter taşıyan parçalardan oluşmaktadır. Bu albümleri 1990’de ‘Bossanova’ ve 1991’de ‘Trompe le Monde’ takip eder.

Punk ikonları misali

Pixies, 1993’te müzikal üretimlerinin zirvesindeyken şiddetli geçimsizlik sebebiyle dağılır. Basçı Kim Deal ve esas adam Black Francis’in egoları artık tahammül edilemeyecek boyutlarda çarpışmaktadır. Punk ikonları misali birbirlerine gitar fırlatmalar içeren kavgalarının temelinde; Black’in şarkı yazma sürecine Deal’i dahil etmek istememesi yatar. Topluluk 2004’te turnelere çıkmak üzere yeniden bir araya gelir. Kim Deal ise Pixies’i 2013 senesinde temelli olarak terk eder ve yerine önce diğer bir kadın basçı Kim Shattuck; sonra ise Paz Lenchantin gruba katılır. Topluluk 2014 senesinde, 23 sene sonra ilk uzun çaları ‘Indie Cindy’i yayınlar.
Oluşturdukları kendine has müzik dilleri ile bir kuşağın müzik algısını kökten değiştiren grupların dağılması üzücüdür, aradan seneler geçtikten sonra yeni bir albüm yapmaya karar verdiklerinde ise içimi bir ürperti kaplar. Pixies ister turnelerin getirebileceği maddi gelirin cazibesi, ister sahne tozu özlemi, ister yeniden üretme isteği ile bir araya gelmiş olsun; topluluk üyeleri geçen yıllar içinde enerjilerinden hiçbir şey kaybetmemişe benziyor. Gel gelelim, üç kısaçalarda yayınlanan parçaların toplandığı ‘Indie Cindy’ albümündeki bestelerin genel yapısı, Frank Black (Black Francis) çevikliği ve nüktedanlığından yoksun melodi ve akor gelişimleri, Pixies hayranlarını hayal kırıklığına uğratmanın ötesine gidemiyor. Açılış parçası ‘What Goes Boom’ vasat bir geçmişe öykünme örneği; ‘Blue Eyed Hexe’nin ise bir miktar daha distortion ve tiz vokallerle bir AC/DC klasiğine dönüşmesi işten bile değil.  Olsun, hiç dert değil. Pixies’i öyle özledik ki, ‘Indie Cindy’ bile hevesimizi kırmaya yetmiyor.
 Pixies’in çığır açan ilk dört albümü kendinden sonraki neslin müziğinde yarattığı etkilerle alternatif müzik çağının başlangıcını simgeler. Tüm hayranlarına ve keşfetmeye açık müzikseverlere selam olsun

* 20 Haziran 2014 tarihinde Agos Gazetesi'nde yayınlanmıştır. 

14 Mart 2013 Perşembe

Phronesis ile söyleşi


Phronesis’in 2012’de yayınlanan ‘Walking Dark’ albümü; içine çeken groove’u, akılda kalıcılığın ve derinliğin dengesinde beste yapıları ile sene içinde beni en cezbeden jazz albümlerinden biri oldu. Kontrbasta Danimarkalı Jasper Høiby,  piyanoda İngiliz Ivo Neame ve davulda  İsveçli Anton Eger’den oluşan üçlü geçtiğimiz sene devam eden ve tamamen karanlıkta çaldıkları ‘Pitch Black’ konser serisini Høiby’nin, katarakt sonucunda görüşünü yitiren kız kardeşine ithaf etmiş. Güçlü kontrbas melodileriyle ortaya çıkan enerjinin, lirik ve akışkan piyano katılımı ile dinginleşirken, davulun zemini gösterişsiz bir yetkinlikle dolduracağı bir performans ilginizi çekerse; Phronesis 27 Mart 2013’te Salon İKSV’de bir konser verecek. Bu konseri bahane bilerek, üçlünün kurucusu Jasper Høiby ile bir söyleşi yaptım.
Phronesis nasıl kuruldu?
Phornesis, Kraliyet Müzik Akademisi’nden mezun olmamın ardından Danimarka’ya geri taşındığım 2005 senesinde kuruldu. Orda fazla kimseyi tanımıyordum ama Anton’un çalışını dinlemiştim; onla ve İvo ile bir grup kurmak istedim.
Son albümünüze ‘Walking Dark’ın ismini verirken  kardeşinizin deneyimlediği bir hastalık sonrası görüşünü yitirmesinden etkilendiğinizi okumuştum. Tamamen karanlıkta gerçekleşen ‘Pitch Black’ konserler seriniz kız kardeşinize adanmış. Bu serilerden bahsedebilir misiniz? Müzisyenlerin ve dinleyicinin bu yaklaşımdan nasıl etkilendiğiniz düşünüyorsunuz?
Aslında albümün bu konserlerden etkilenmesinden çok, albümün ismi bu ‘Pitch Black’ konserler serisinden geliyor ve bu karanlıkta çalma konsepti kız kardeşime ithaf edildi. Işığın yokluğu hem müzisyenlerin hem de dinleyicilerin deneyimlerini oldukça yoğunlaştırıyor ve bir şekilde herkesi yakınlaştırıyor.
Bundan önceki albümlerde, tüm besteleri siz yapıyormuşsunuz, lakin bu albümde besteleme aşamasında tüm grup üyelerinin katkısı var. Bunun Phronesis’in müziğini ve aranızdaki iletişimi nasıl değiştirdiğini düşünüyorsunuz?
Kesinlikle grup duygusunu arttırdı ve herkesin müzikal olarak söyleyeceklerinin olduğu bir yerde doğal bir geçiş oldu.
Danimarkalı olmanıza rağmen kariyerinizin büyük kısmını İngiltere’de geçirmişsiniz. Phronesis İngiliz jazz sahnesinin bir parçası olarak görülebilir mi? İskandinav kökenlerinizin müziğinizde nasıl bir etkisi var?
İngiltere’de 12 sene geçirdikten sonra, İngiliz jazz sahnesinin bir parçası olarak hissediyorum ve müzik bağlantılarımın çoğu burada. İskandinav etkilerinin farkında değilim ama orda büyüdüğüme göre doğal bir parçam olduklarını söyleyebilirim. Bir zamanlar bu etkilerin müziğimin sound’ı olmasını istememiştim ama bugünlerde umursamıyorum.
Bu sene Kopenhag Jazz Festivali’nde ‘Young Spirit Ödülü’nü kazanmışsınız, bu sizin için ne ifade ediyor?
Bir ödül kazanmak bir çeşit takdir kazanmak gibi ve her zaman güzel bir şey. Artık Danimarka’da yaşamadığım için bu ödül insanların benim müziğimden haberdar olmalarını sağlıyorsa muhteşem bir şey.
Phronesis grubu her hangi bir jazz devinin eşlikçisi olacak olsaydı, kimi seçerdiniz?
Sanırım belirgin cevap hiç kimseyi. Umarım egoist bir manyak gibi tınlamıyorumdur (gülüyor). Bizden önceki her şeye saygı duyuyor ve anlamaya çalışıyorum ama biz kendine özgü bir grupmuşuz gibi hissediyorum. Bir şekilde bir bütünlük arz ediyoruz ve hiç kimse bunu güçlendiremez, yalnızca farklılaştırır.
Müzikal etkilenimleriniz nelerdir?
Kişisel müzikal etkilenimlerin hiphop ve funk’ın yanı sıra 1970’lerde henüz çocukken annemin dinlettiği pop müzikler. Jazz’ı çok geç keşfettim lakin içine çekildim. İfade biçimleri ve spontaneliği çok etkileyiciydi ve gerçekten içimde bir yerlere dokundu.
Yeni albüm üzerinde çalışmaya başladınız mı? Gelecekteki projelerinizden bahseder misiniz?
Yeni müzikler yazmaya hali hazırda başladık, yani daha çok süregelen bir durum. Gelecek sene kaydetme planlarımız var ancak nerde ve nasıl olacağı henüz bir sır. Gelecek yıl şarkıcı/ şarkı yazarı Olivia Chaney ve besteci Dave Maric ile yapacağımız bir işbirliği olacak, birlikte Londra’da Queen Elizabeth Konser Salonu’nda Nisan ayında bir konser vereceğiz. Avrupa’da ‘Pitch Black’ konser serileri devam edecek. Ayrıca Kuzey Amerika ve Avustralya’da da konserler olacak. 2013 şimdiden çok heyecan verici görünüyor!

*Jazz Dergisi Ocak 2013 sayısında yayımlanmıştır!

New York Jazz Sahnesinin Yükselen Yıldızı Aruán Ortiz




Kasım ayı başında Alt Caz’da sahne almak üzere Türkiye’yi ziyaret eden Aruán Ortiz / Michael Janisch Quintet’in performansı beni öyle etki altına aldı ki; grubun iki liderinden biri olan piyanist besteci Aruán Ortiz’in müziğine ve müziğe yaklaşımına merak duymadan edemedim. Basta Mike Janisch, piyanoda Aruán Ortiz, trompette Raynald Colom ve davulda Rudy Royston’dan oluşan topluluk, jazz standartlarından ve kendi bestelerinden oluşan repertuara getirdikleri yorum oldukça dinamik ve akıcı olmasının yanı sıra dört müzisyenin iletişiminin derinliği ayrıca dikkat çekiyordu. Küba asıllı piyanist & besteci Aruán Ortiz ise bu sıralar New York jazz sahnelerinin dikkat çeken isimlerinden. Müziğe ruhani yaklaşımını; klasik eğitimden miras titizliği, jazz’ın olanakları ve çeşitli müzikal geleneklerden etkilenimlerle harmanlayan müzisyen; bol boşluklu perküsif stili ve yoğun enerjisi ile meşaleyi Thelonious Monk’tan devralmışçasına çalıyor. Sözü kendisine bırakırsak…
Bildiğim kadarı ile klasik müzik eğitimi almış bir müzisyensiniz, jazz’a ilginiz nasıl başladı?
Evet, klasik piyano ve viyola eğitimi aldım. Büyüdüğüm yer olan Santiago de Cuba’da jazz’dan haberdardım ama çok da fazla değil çünkü Küba’da jazz, başkent Havana’da daha popülerdir.  O yıllarda Havana’da Jazz Plaza Festivali doruklarındaydı; Dizzy Gillespie, Von Freeman ya da Max Roach gibi müzisyenler festivale sıklıkla katılıyorlardı. Jazz’la alakam onlu yaşlarımda konservatuarda okurken oldu. Benim için herşeyin başlangıcı bir arkadaşımın evinde Chick Corea’nın “My Spanish Heart” albümünü dinlemek oldu. Bu albümü gerçekten çok sevmiştim ve uzun zaman dinlemiştim. Parçaların bazılarını deşifre etmiştim ve bunları çalmak üzere arkadaşlarımla bir grup kurduk. Bunları okulda çalıyorduk, konservatuarın “jazz adamları”ydık. Herşeyi içgüdü ile çalıyorduk, jazz armonisine, formlarına ya da solo geliştirmeye dair hiçbir fikrimiz yoktu çünkü tek referansımız bu albümdü. Arturo Sandoval, Gonzalo Rubalcaba ve Irakere gibi Kübalı jazz müzisyen ve gruplarını dinlediğimizi ve taklit etmeye çalıştığımızı hatırlıyorum. Eğlenceliydi.
2012 sizin için oldukça yaratıcı bir yıl olmuş gibi. Birbirinden stilistik olarak oldukça ayrıksı olan iki yeni albüm yayınlamışsınız: Camarata Urbana Ensemble ile ‘Santiartican Blues Suite’ ve kendi dörtlünüz ile ‘Orbiting’. Bu albümlerden biraz bahseder misiniz?
2012 albümler konusunda benim için çok güzel bir yıl oldu. Camerata Urbana Ensemble ile olan ‘Santiarican Blues Suite’ albümü fikri, aslında Boston’daki José Mateo Bale Tiyatrosu’nun 25.yıl dönümü için benden parça sipariş edilmesi ile başladı. ‘Pagan ya da Değil’ isimli bale için, 1801-1805 yılları arasında gerçekleşen Haiti devrimi sonucu Küba’ya olan büyük göç sonrası, Küba’nın güneydoğusundaki Oriente bölgesinde Afro-Haitili müziğin gelişimini konu eden 35 dakikalık bir beste yaptım. Özel olarak güçlü folklorik unsurlar taşıyan, Afrika diasporası müziğini yansıtan ve daha klasik bir enstrümantasyon ile sergileyen; yani geleneksel Küba müziği, çağdaş klasik müzik ve doğaçlamalar içeren bir parça yazdım. Şirket baleyi 2011’de sundu ve Sunnyside Records albümü bu yıl yayınladı. Çok güzel bir deneyimdi ve o zamandan beri Camerata Urbana Ensemble’ın müzik çevrelerinde sunulumu elle tutulur bir hale büründü. Tesadüfen Orbiting albümüm de 2011’de Fresh Sound records için kaydedildi. New York’ta genelde birlikte çaldığım müzisyenlerle kaydettiğim bir jazz girişimi oldu; davulda Eric McPherson, basta Rashaan Carter ve gitarda David Gilmore. Bu kayıt da bu sene yayınlandı. Enstrumantasyon farklı, lakin fikir yine aynı amacı taşıyor; tüm deneyimlerinin ve çalışmalarının bir araya geldiği, sesini dışarı taşıdığın, kendi kimliğinin sonucu olarak, kim olduğunun sonucu olarak, sana benzer düşünen bir insan topluluğunu bir araya getirerek, yalnızca keyif için önyargısızca müzik yapmak.
Küba kökenleriniz müziğinizi nasıl etkiliyor?
Küba kökenlerim kim olduğumu, kimliğimi, dilimi ve Afrika’daki atalarımı tanımlıyor. Yaptığım her şeyde var, çünkü ne zaman bir parça yazsam ya da çalsam büyüklerime ve atalarıma hürmet göstermeye çalışıyorum. Küba kökenlerim ifade biçimim, duygularım, tutkularım ve saplantılarım.
Sizi etkileyen müzik gelenekleri nelerdir?
Blues, congo, abakuá, tumba francesa, jazz’ın çağdaş ifadeleri gibi Yeni Dünya’dan Afrika kökenli ve ham folklorik amaçlı yaratıcı müzikler. Derin bir mesajı olan her müzik beni etkileyebilir. Son zamanlarda Ligeti, Bártok, Reich, Boulez, Elliot Carter gibi çağdaş bestecilerin yanı sıra Endülüs’ten bir sürü muhteşem müzik dinliyorum. Müziği, içinde ne olduğunu göremediğin lakin iletilen mesajı duyduğun ve hissettiğin soyut bir mimari enstalasyon olarak görüyorum. Asıl keyif, bilgi henüz beyin tarafından işleme geçirilmeden ya da filtrelenmeden önce sindirilme kapasitesinden geliyor ve mesaj bir sesler kombinasyonu olarak algılanıyor. Bunlar birlikte -hoşuna gitsin ya da gitmesin- senin içinde müziğe karşı bir tepki doğuruyor.
Türk geleneksel müziği ya da Türk makam müziği dinleme şansınız oldu mu?
Aslında bu kez çok az. Geçen geldiğimde klasik Türk müziği albümleri almıştım, çok derin bir müzikti. Makamlar ve Sufi müziği hakkında daha çok şey öğrenmek istiyorum.
Müziği kendinizi ifade etmek için seçmiş olmanız hangi motivasyonunuzdan kaynaklanıyor? Müzik üreterek hayatta nereye ulaşıyorsunuz?
Çok güzel soru. Müziği seven meraklı bir insanım, müziği sözlerin ötesinde kendimi ifade edebileceğin bir araç olarak görüyorum. Formlar, yapılar, dokular ve şekiller gibi soyut bir yolda güzellik yaratmaya kapı açan her şey bana ilham veriyor. Yani çalıştığım zamanlarda, çeşitli parçalardan küçük cümleler alıyorum ve onlara farklı bakış açıları ile aynı materyalden yeni renkler ya da aralıksal kombinasyonlarla yaklaşmaya çalışıyorum. Ne oluşturacağını bilmeden yaptığın bir bulmaca gibi. Ve zihnimi belirli bir sembolik form düşünmeden, bulmacanın parçalarını bir araya getirdiğimde şaşırtıcı biçimde muhteşem bir şeyle karşılaşabiliyorum. Bence müzikte bu yöntemi kullanmak insanların bilinçleri üzerinde bir etki yaratıyor, çünkü bu alışılagelen yöntem değil. Ben her zaman beklenmeyen, dinleyicinin ilgisini bir nevi saptıracak bir şey yaratmaya çabalıyorum. Bu benim bir sanatçı olarak asıl amacım ve müzik yaratmaktaki yegâne amacım; ‘yeni’, ‘eski’ ya da ‘kötü’ gibi kavramların anlamlarını değiştirmeye çalışarak kendi hikâyemi anlatabilmek için geleneksel materyalleri kullanmak. Her şey her şeyin aynası ve her şey her şeyin yansıması.
Gelecekteki işbirlikleriniz ve projeleriniz hakkında konuşabilir miyiz?
Önümüzdeki sene kayıtlar, canlı performanslar ve beste çalışmalarını içeren güzel projelerim olacak. Piyanist ve besteci Bob Gluck ile Albany Üniversitesi’nde canlı kaydettiğimiz, piyano ve elektronikler için ‘Textures and Pulsations’ albümü henüz yeni yayınlandı, şu an bu ilginç CD’nin tanıtımı için uğraşıyoruz.  Bu sıralar ‘Collage’ isimli bale için bestelemiş olduğum, Albany Senfoni Orkestrası tarafından 7-8 Mart 2013’de New York’ta ilk kez seslendirilecek olan, 35 dakikalık bir parçanın düzenlemesi ile uğraşıyorum. Ayrıca Morokolu şarkıcı Amina Alaoui ile güzel bir proje içersindeyim; piyano, çello, ses ve perküsyon için bir parça yazıyorum ve Camerata Urbana Ensemble ile önümüzdeki yaz Karayibler’de çıkacağımız turneye hazırlanıyorum. Ayrıca bu bahar ve sonbahar döneminde Aruán Ortiz Quartet ile Aruán Ortiz/Michael Janisch Quintet ile önümüzdeki yaz tura çıkacağım. 

*Jazz Dergisi Ocak 2013 sayısında yayımlanmıştır.