1 Ekim 2014 Çarşamba

Neil Young Konseri İzlenimleri




Bir müzisyenin 20’sinde nasıl bir yetkinlikle şarkı söylüyorsa, neredeyse 70'inde de aynı ses rengini yakalaması imkânsız denecek kadar az rastlanır bir durum. Ve Neil Young; keşke yalnız bunun için sevseydik seni.
Bu yağmurlu yaz ortası akşamında gökte parıldayan şimşekler dahi ilgimizi Neil Young ve Crazy Horse performansından alamadı. ‘Love and Only Love’ parçasında gitarcı Sampedro ile yüz yüze atışarak başladığı konser, hayranlarının heyecan dorukta bekledikleri birçok Neil Young klasiğini duyamamalarına ve alıştığımız şarkı formunun ötesinde uzayan gitar sololarının yoğunlukta olmasına rağmen, yetkinliği ile muazzamdı. Her parça yaklaşık 10 dakika sürdü. Neil Young’ın ‘Goin' Home’,  ‘Days That Used To Be’,  ‘Love to Burn’, ‘Seperate Ways’ gibi parçalarını yorumlarken ustalar;  adeta caz geleneğindeki gibi önce parçanın ana temasını çalıp sololarının hüküm sürdüğü kısma geçerek, ardından parçanın sonuna doğru yeniden ana temaya döndükleri bir akış takip ediyorlardı. Kimileri belki sıkıldı ama tüm konserin en can alıcı kısmı, Neil Young’ın akan ve beraberinde sürükleyen tane tane gitar sololarıydı.
‘After the Gold Rush’ta mızıkayı duyunca heyecanlanan güruh, ‘Seperate Ways’de tam uykuya ve sohbete dalıyordu ki; ‘Only Love Can Break Your Heart’ ve ‘Heart of Gold’ gibi klasiklerle bir anda umulan Neil Young konseri atmosferi yakalandı. 69'luk çınar Neil Young İstanbul'dan, ‘Heart of Gold’ parçasında “keep me searching for a heart of gold, and I'm getting old” derken anlattığı gibi; o altından kalbi bulmaya olan umudumuza dokundu gitti. Bir de bu arayışta yaşlanılsa dahi hiç de fena olmadığını görmüş olduk.
15 Temmuz 2014 akşamı, Maçka Küçükçiftlik Park’ta gerçekleşen konserde tüm zamanların en büyük şarkı yazarlarından Neil Young ve kendisine eşlik eden Crazy Horse grubu yıllarca süren bekleyişin yersiz olmadığının kanıtıydı. Organizatörler Bob Dylan ve Leonard Cohen’e doyan İstanbul’a her nedense Neil Young’ı sakınarak veriyorlardı.  İstanbul’daki konser tarihlerini belirlemeye çalışırken yaz aylarında Neil Young konseri olduğunu duyunca, ön grubu olmayı kendileri tercih eden Midlake de açılış için biçilmiş kaftandı. Bir kaç parçada bir Teksas taşrasından ‘Midlake’ olduklarını hatırlatma ihtiyacı duyan grup ‘Roscoe’ ve ‘Head Home’ gibi gönül tellerini titreten parçalarının yanı sıra mütevazilikleri ile de puan topladı.
Konserde en çok üzüldüğüm ‘Cinnemon Girl’ün efsanevi gitar riff’lerini ve  Kurt Cobain'in intihar notunda alıntılaması ile meşhur olan "it’s better to burn down, then fade away" (yavasça sönüp gitmektense, yanıp kül olmak daha iyidir) sözleri ile içimize işleyen ‘My My Hey Hey’ parçasını duyamamak oldu. 
Mevlevilerde bir deyim vardır, ‘ateşi söndürmek’ demezler de, ‘ateşi uyutmak’ derler. Ateş ilahi aşkın simgesi olduğundan, ateşin sönmesi ruhani arayışın ve böylelikle insanı var eden özün sönmesi anlamına gelir. İşte Neil Young da ne kül olup toza karışıyor, ne de yavaş yavaş sönüyor. Bir uyuyor, bir harlanıyor ve nesillerdir hikâyesini her dinleyene ilham olmaya devam ediyor.
*16 Temmuz 2014 tarihinde Agos Gazetesi'nde yayınlanmıştır. 

Pixies: Alternatif Müzik Çağını Başlatan Topluluk



Kuşkusuz, herkesin hayatında, muhtemelen birden fazla kez, göğe doğru bakıp “Aklım nerede?” diye sorduğu anlar olmuştur. Pixies, 1990’lı yılların aklı karışık çocuklarının marşı haline gelen ‘Where is My Mind?’ adlı şarkısıyla, bu halitüm nüktedanlığıyla ortaya koyarak akıllarda yer etti. Oysa, grubun müzik tarihindeki önemi bu şarkının çok ötesinde;Pixies, 80’lerin sonu, 90’ların başında yaptığı,tadı damağımızda kalan dört albümle alternatif rock ve indierock akımlarına öncü ve köken, grunge’a ise ilham olmuştu.
Pixies’in müziği uzaydan gelmiş gibiydi. Kendinden önceki hiç bir şeye benzemiyordu. Sert ve kirli gitar riffleri, naif ve akılda kalıcı melodilerle harmanlanıyor; bazı kayıtları The Fall gibi post-punk duayenlerinin, cızırtılı gitarları ve canhıraş vokallerine öykünürken, bir diğeri 60’ların vurdumduymaz plaj çocuklarının surf-pop bestelerine benzeyebiliyordu. Sözler yalındı, erişilirdi, insan ruhunun derin dehlizleri ile alıp veremedikleri yoktu. Ancak bir söz öbeğini öyle bir melodi ile sunuyorlardı ki, işin albenisi ortaya çıkan ifade biçiminin samimiyeti ve sarsıcılığıydı. Pixies’in müziği surf-pop ve punk-rock’ın eşi bulunmaz bir dengesiydi. Hatta Kurt Cobain rock tarihinin en iz bırakan parçalarından Nirvana’nın ‘Smells Like Teen Spirit’ şarkısı için; “Aslında yaptığım Pixies’i taklit etmeye çalışmaktı” demişti.
Pixies hikayesi 1986 senesinde Amerika’da Boston’da başlar. Vokalist-gitarist Black Francis ve gitarist Joey Santiago birlikte müzik yapmaya karar verirler. Bir basçı ve davulcu arayışına girerler; ancak özellikle kadın bir basçı tercih etmektedirler. Toplumsal cinsiyet rollerinin bir nevi punk-rock çevrelerindeki yansıması olan bu gelenek; ana melodiyi elektrik gitarcı erkekler çalarken, müziğin armonisini çerçeveleyen bas gitar icracılığın kadın müzisyenlerle özdeşleştirilmesi, o yıllarda oldukça gündemdeydi. Grubun en ilgi görecek üyesi haline gelecek olan Kim Deal seçmelere katıldığında henüz bas çalmayı dahi bilmemektedir, dinlettikleri örnekleri sevmesi üzerine Kim gruba dahil edilir. Bir kaç davulcu denemesinden sonra da David Lovering’in gruba katılmasıyla çekirdek dörtlü oluşur.
Grubun ilk uzun çaları ‘Surfer Rosa’ 1988’de yayınlanır. Yalın ve sürükleyici gitar solosuyla ‘Break My Body’, Kim Deal’in şahane vokalleri ile ‘Gigantic’, sonraları bir çok dizinin kilit sahnesinde, hatta Dövüş Kulübü (Fight Club) filminin müzikleri arasında kullanılacak olan ‘Where is My Mind?’ bu albümün en iz bırakan parçalarıdır. Ardından 1989’da ‘Doolittle’ gelir. Pek neşeli ve umutlu bir Velvet Underground parçasını andıran ‘Here Comes Your Man’; mitoloji ve İncil’den referanslarla ‘Monkey Gone to Heaven’; Pixies’in pek tabi aşk hikayelerine de fon olduğu ‘Hey’ ve ‘Gouge Away’ gibi her biri kendi içinde bambaşka bir karakter taşıyan parçalardan oluşmaktadır. Bu albümleri 1990’de ‘Bossanova’ ve 1991’de ‘Trompe le Monde’ takip eder.

Punk ikonları misali

Pixies, 1993’te müzikal üretimlerinin zirvesindeyken şiddetli geçimsizlik sebebiyle dağılır. Basçı Kim Deal ve esas adam Black Francis’in egoları artık tahammül edilemeyecek boyutlarda çarpışmaktadır. Punk ikonları misali birbirlerine gitar fırlatmalar içeren kavgalarının temelinde; Black’in şarkı yazma sürecine Deal’i dahil etmek istememesi yatar. Topluluk 2004’te turnelere çıkmak üzere yeniden bir araya gelir. Kim Deal ise Pixies’i 2013 senesinde temelli olarak terk eder ve yerine önce diğer bir kadın basçı Kim Shattuck; sonra ise Paz Lenchantin gruba katılır. Topluluk 2014 senesinde, 23 sene sonra ilk uzun çaları ‘Indie Cindy’i yayınlar.
Oluşturdukları kendine has müzik dilleri ile bir kuşağın müzik algısını kökten değiştiren grupların dağılması üzücüdür, aradan seneler geçtikten sonra yeni bir albüm yapmaya karar verdiklerinde ise içimi bir ürperti kaplar. Pixies ister turnelerin getirebileceği maddi gelirin cazibesi, ister sahne tozu özlemi, ister yeniden üretme isteği ile bir araya gelmiş olsun; topluluk üyeleri geçen yıllar içinde enerjilerinden hiçbir şey kaybetmemişe benziyor. Gel gelelim, üç kısaçalarda yayınlanan parçaların toplandığı ‘Indie Cindy’ albümündeki bestelerin genel yapısı, Frank Black (Black Francis) çevikliği ve nüktedanlığından yoksun melodi ve akor gelişimleri, Pixies hayranlarını hayal kırıklığına uğratmanın ötesine gidemiyor. Açılış parçası ‘What Goes Boom’ vasat bir geçmişe öykünme örneği; ‘Blue Eyed Hexe’nin ise bir miktar daha distortion ve tiz vokallerle bir AC/DC klasiğine dönüşmesi işten bile değil.  Olsun, hiç dert değil. Pixies’i öyle özledik ki, ‘Indie Cindy’ bile hevesimizi kırmaya yetmiyor.
 Pixies’in çığır açan ilk dört albümü kendinden sonraki neslin müziğinde yarattığı etkilerle alternatif müzik çağının başlangıcını simgeler. Tüm hayranlarına ve keşfetmeye açık müzikseverlere selam olsun

* 20 Haziran 2014 tarihinde Agos Gazetesi'nde yayınlanmıştır.