19 Ocak 2008 Cumartesi

Pharoah Sanders..

İçinizdeki en uzak noktalara dokunabilen -canhıraş, ulvi, akışkan, tok, irite, dingin- tezatlığında sıfatları gururla taşıyabilecek karakteristik tonuyla Pharoah Sanders; John Coltrane’in yaratıcısı olarak anıldığı “Sheets of Sound” tekniğinin de en usta uygulayıcılarından... Hatta bir söylentiye göre Sanders çalmayı bıraktığında saksafonunda hala bir titreşim olurmuş. Saksafonundan akan notalar Sanders için bir ibadet aracı, biz ise onun başka dünyalardan taşıdığı deneyimlerin sese dönüşmüş haline tanık olmak üzere koltuklarına konuşlanmış paylaşıcılarız. Karşımda tam da tahmin etmiş olduğum üzere, maddi dünyanın çoğu ağırlığından, öncelikle egosundan arınmış; gündelik odakların çok ötesinde yaşayan, bir suhulet abidesi Pharoah Sanders var.. CRR’de bir konser vermek üzere ülkemizi ziyaret eden Pharoah Sander ile müziğe, müziğin ötesine, ruhani yolculuklara dair bir sohbet..
Gözlemlediğim şu ki, ismi free jazz dönemiyle beraber anılan müzisyenlerin bir kısmı bu akımı politik ve sosyal bir haraket gibi yorumluyorlar. Diğer bir yandan ise siz ve John Coltrane gibi müzisyenler, müziği formlardan özgür kılarken, ruhani yanlarına daha çok odaklanır gibisiniz.. Bundan bahsedebilir misiniz biraz?
Tamamen kendi deneyimim benim, kendi müziğim için ne hissettiğim önemli. Çalarken, müziğin kendisi çok ruhani..Benim, müziğimi aktarmaya çalışırken, müziğimi yaratırken denediğim bu..Dediğim gibi herkesin kendi müziğini algılamasıyla ilgili kendine has bir bakış açısı var, sosyal, politik ya da başka yönlerden.. Bazen müzik yaparken, ona ruhani bir aydınlanma gibiymişçesine bakıyorum, onu böyle adlandırıyorum. Ama hissediyorum ki her müzisyenin ifade edişinde kendine has bir tarzı var ve diğer müzisyenleri onaylamadıkları zamanlar olabilir. Yani ben biraz kendime kapalıyım..Artı olarak ben bir Müslümanım ve zamanımın çoğu müzikle değil de ibadet ederek geçiyor. Müzikten önce, onu başka bir boyuta koymakla ilgiliyim; umarım bunu iletebiliyorumdur, tek yaptığım çalmaya devam etmek ve müziği dualarla bezemek..
Müslüman olmadan önceleri Doğu felsefelerine ilginiz var mıydı?
Ben bir Hristiyan olaran büyüdüm, ailemin çoğu Hristiyan, fazla bir seçeneğim yoktu, onlar her ne yapıyorlarsa ben de onlara katılmak zorundaydım. İslamiyetle tanıştığımda benim için daha uygun olduğunu anladım. Kendimden başkası için bunu söyleyemem tabi..Müslüman olmamın sebebi bu, bunu seçmemde etkili olan çok şey var..
İslam edebiyatına ya da felsefesine ilginiz var mı?
Evet, eğer okuyabilirsem..Aslında pek fazla İslam felsefesi okumadım. Tek yaptığım yaşamaya çalışmak, bunları hayatıma uygulamak ve ailemle ilgilenmek. Başka bir şey bilmiyorum, sadece bunu yaşamaya çalışıyorum, bunu başarabilirsem, bir Müslüman olarak ölürsem, bu gerçekten çok güzel..
Kariyeriniz boyunca jazz’ın farklı türleri ile iç içe oldunuz, hatta internette bir yerde 70’lerin sonlarına doğru o dönemin disko müziği yapan topluluklarından biriyle çalışmış olduğunuzu okumuştum..
Bazen yanlış anlaşılmalar oluyor, genelde bu benim için sorun değil ama kendim hakkında okuduğum bazı şeyler hiç de gerçek değil. Geriye dönüp bunları düzeltmek gerçekten zor, çünkü uzun zaman önce olan şeyler..Bazen kendi internet sitemi yapmayı düşünüyorum, insanlar gerçek Farrell’i anlasınlar diye..Bazen benle iletişime dahi geçmeden benle ilgili bir şeyler yazıyorlar, bunu yapmak pek de iyi değil. Başka bir insan hakkında gerçek olmayan bir şey söylemek, bunu çok karmaşık ve çelişkili hale getiriyor. Hele sizin gibi güzel bir insan benle söyleşiye geldiğinde..Bu bir yanlış anlaşılma, kimin söylediğini bilmiyorum, umarım ilerde bu bilgi düzelebilir.
Eğer bir sorunum varsa onun için dua ediyorum, eğer Tanrı bunca şeyi yarattıysa ben küçücük bir varlığım. Söyleyebileceğim pek fazla şey yok. Bir jazz müzisyeni olarak anılmayı seven biri değilim, ben sadece Ben’im, ve bir şeyler için çabalamak bana yeterli geliyor. Benim için Kuran gerçek müzik, Kuran’dan daha güzel bir müzik yok..
Biraz Coltrane ile olan deneyimlerinizden bahseder misiniz?
Coltrane’den önce kendi grubum vardı ve birşeyler yapmaktaydık. Ben bir kilisede büyüdüm, dinim hakkında oldukça titiz ve dikkatliydim, bir Hristiyanken hep kiliseye dua etmeye giderdim. Ben Coltrane’in de büyüdüğü gibi büyümüştüm; onla konuştuğunuzda sizin dinle alakanızı sorardı, ailenizin kimler olduğunu, bu gibi şeyler. Bu çok iyi hissettiğim bir şeydi, çünkü ondan önce kimse bana dinimle ilgili bir şey sormamıştı.
O zamanlar jazz dünyasındaki en ruhani yönü güçlü müzisyenlerden biriydi herhalde..
Yani, evet, bilemiyorum. Ahmad Jamal var, o da müslüman ve oldukça dinin içinde. Ya da Yusef Lateef.. Gerçekten harika liderler, hala onlardan çok şey öğreniyorum.
Coltrane’in vefatınından sonra, Alice Coltrane ile olan işbirliğinizden bahsedebilir misiniz?
Alice ve ben oldukça yakındık ve beraber bir kaç albüm kaydettik. Çoğu arkadaşım manevi yönü kuvvetli insanlar, Alice’le çok fazla konuşmama gerek yok, ya da birbirimizi görmemize.. Dinine çok bağlı bir insandı ve ibadete çok zaman ayırırdı. Telefonu eline alıp saatlerce konuşacak ya da dedikodu yapacak tipte bir insan değilim. Onu gördüğüm zamanlar, hayatta olmasına mutlu olurdum; tabi o hala hayattayken..Daha önce de dediğim gibi, biraz kendine kapalı biriyim. Yaşadığım hayat, yaşadığım ülke bir İslam ülkesi değil; bu tip şeyleri hayatımda tutmak için daha fazla emek sarfediyorum.

Etrafınızda İslam hakkında bir şeyler öğrenebileceğiniz çok insan yoktu sanırım..
Bazen benim ülkemde, İslamiyet hakkında birşeyler bilmek gibi bir seçeneğin olmaz. Öncelikle eğer ben Müslümansam benim etrafımda olmak istemezler. Bu çok negatif bir tepki ve böyle düşünenlerden uzak durmak zorundayım..
Peki İslamiyeti daha rahat yaşayabilmek için başka bir ülkeye seyahat ettiğiniz oldu mu?
Hayır, hiç olmadı. ABD’de İslamiyet hakkında bana birşeyler öğreten üstadlar vardı.. Cami çevrelerinde olarak öğrendim İslamiyeti..Benim için önemli olan bu hayatı nasıl yaşadığım ve İslamiyeti seçmiş olmam..
Önceleri tenor saksafonun yanı sıra soprano da çaldığınız olurdu. Ama son zamanlarda tenore odaklanmış gibisiniz..
(gülüyor) Haklısın, bir kaç kez entrumanlarımı taşımaya çalışırken hava yolu şirketleriyle problemler yaşadım. Saksafon taşıma kutularımı bagaja bırakmamı talep ettiler, hayır, bunu yapmam. Saksafonumu yanıma almak isterim, ve tenorum için daha küçük bir çantam var ve onu yanıma alıyorum.
Kaç saksafonla seyahat ediyorsunuz?
Sadece bir..
Peki ne olduğunu sorabilir miyim?
Ben bir MK6 Selmer, Balance Action Selmer çalıyorum..Eski bir Selmer.. Eski şeylerle daha uyum içersindeyim. Sanki bir parçam olmuş gibi, mekanizma öyle rahat ki.. Şirket en son yeni ve daha iyi bir şeyler yapmayı denedi ama, benim için daha iyi olmadı. Belki diğer müzisyenler için farklıdır, bilemiyorum..
Bu sıralar yeni müzisyenlerle çalmaya ilginiz var mı, belki genç müzisyenlerle?
Dışarı çıkıp genç müzisyenleri dinleme şansım olmadı..
Kenny Garrett’la çaldınız..
Evet, o çok güzel bir insan..Onu gerçekten çok seviyorum ve müziğini de çok seviyorum. Kendi deneyimime göre dünyadaki en iyi alto çalan kişi o. Onu yaptıkları bana bir çok yönden ilham oluyor, ve kendi müziğinde varoloşunu seviyorum, aynı zamanda ruhani yönü çok kuvvetli bir insan..
Çine olan yolculuğunun ardından bir album kaydetmişti..
Benim gibi biri değil.. Çok zeki biri, sadece öğrenmek konusunda değil, gittiği yerlerin kültürlerine çok ilgili, Japonca’yı baya iyi konuşuyor, ve biraz da Çince sanırım.. Bunların hepsini öğrenmeye nasıl vakit buldu bilmiyorum, onu konuşurken duydum. Onu oldukça iyi tanıyorum, muhteşem Miles Davis’le çaldığı dönemlerden. O zamanlar gençti..
Hiç Miles’la çaldınız mı?
Onla hiç çalmadım, ama onunla 10 dakika sohbet ettim (gülüyor)..
Nasıldı?
Bana karşı çok iyiydi, çok zeki biriydi. Kullandığım Gamma hakkında şöyle dedi; (Miles’in konuşmasını taklik ederek) “Hey Farrell, gammanın sesi çok açık, onu kıssan iyi olur.” (gülüyor). Harika biriydi, onunla konuşmak çok keyifliydi, Coltrane’le olduğu gibi..Coltrane’le müzik hakkında hiç konuşmazdık, genelde ruhani konularda, dinle ilgili konuşurduk, mesela yeme alışkanlıkları, egzersizler ya da ibadet..Ya da kötü alışkanlıklar..
Tüm bu paylaşımlarınızın sonucuydu bu harika müzik..
Bence de, başka bir çok şeyden zevk alıyorum, sadece çalmak değil konu. Dediğim gibi bir müzisyen olarak anılmaktan hoşlanmıyorum, bir Müslüman olarak anılmak benim için oldukça yeterli..
Bu akşam neler çalacağınızla ilgili bir kaç ipucu?
(gülüyor) İşte bunu bilemem, bir müzisyen bunu bilemez. Ne çalacağımı bilmiyorum, sahneye çıkacağım, seyirciyi ve atmosferi hissedeceğim. O mekandan hissettiklerim bana ne çalacağımı söyleyecek..
Hiç bir performans salonda rahatsız hissettiğiniz ve çalmayı istemediğiniz oldu mu? (Keith Jarrett’a gönderme yaparak)
Hayır, çoğunlukla çalmayı çok isterim. Buraya çalmaya ve birşeyler vermeye geldim, bunun için burdayım.
Etrafı gezme şansınız oldu mu?
Türkiye’ye geçen sefer geldiğimde bir sol klarnet almıştım, onu evde bıraktım. Getirmedim, çünkü buradan başka bir tane almayı tasarlamıştım. Ama bugün Sultanahmet Camii’ne gitmeyi tercih ettim ve tüm zamanımı dua etmekle geçirdim. Bu yolculuğumda ilk işim camiyi ziyaret etmek oldu, daha önce şansım olmamıştı.

*Bu söyleşi Ocak 2008'de, Jazz Dergisi'nin 49. sayısında yayınlanmıştır.




Archie Shepp ile söyleşi..




Free jazz akımının ilk akla gelen isimlerinden Archie Shepp; müziğiyle olduğu kadar entellektüel kişiliği, akademik çalışmaları, sosyal ve politik konulardaki hassasiyeti ile de jazz dünyasında özel bir yere sahip. Free jazz döneminin ardından, blues’dan balladlara çeşitlenen bir çok farklı türde albümler kaydeden Shepp’in müziğinde değişmeyen unsur ise Afrika mirasına sağdıklık.. Afro-Amerikan nüfusun sorunlarını gerek müziğinde gerekse akademik ve özel hayatının her alanında aktaran ve çözümler arayan saksafonist Archie Shepp, Akbank Jazz Festival’i kapsamında bir konser vermek üzere ülkemizi ziyaret etti. Shepp ile Afrika müziğine, jazz’ın sosyal açılardan irdelenmesine ve jazz’ın günümüzde ifade ettiklerine dair bir söyleşi..
Bir röportajınızda “Eğer müziğimize jazz demeye devam edersek, negro hitabıyla anılmaya devam ederiz.” dediğinizi okumuştum, jazz sözcüğü hakkında hala böyle mi düşünüyorsunuz, ya da bakışınızda iyimser anlamda bir değişim oldu mu?
Jazz aslında negronun anlamına yakın bir kelime, belirli bir anlamı yok ama tarih boyunca öyle kullanılagelmiştir. Aslında bir çok değişik durumu ifade etmek için kullanılan bir kelime jazz. Aslen evlilik dışı ilişkiyi tanımlamak için kullanılırmış, sonra zaman içinde müzikle ilişkilendirilmiş..Aslında jazz sözcüğünün geçmişi New Orleans günlerine uzanıyor, o zaman zengin beyazlar bu sözcüğü siyah kadınlarla sevişmeye gittiklerinde kullanırlarmış. Daha açık renkli siyah kadınlar genelde belli türde müzik çalan yerlerde dans ettikleri dönemde ki o dönemde Jelly Roll Morton, Tony Jackson, Albert Cale çalarmış genelde..İşte beyaz zenginleri kadın bulmaya gittikleri bu dönemde, jazz aradıklarını söylerlermiş. Bu jazz sözcüğünün kullanıldığı çeşitli durumlardan biri. Beyaz zenginleri müzik arayışıyla gitmezlermiş o yerlere, aslen bu danseden kadınlarla sevişme ihtimali için giderlermiş. Bir yüklem gibi kullanılırmış jazz yapmak.. Mesela eğer ben bu kızla jazz yaptım dersem onunla müzik yaptım anlamına gelmiyor bu tabi ki.. Özetle jazz sözcüğü aslında aşağılayıcı sayılabilecek anlamlara da geliyor ve tam olarak belirgin bir anlamı yok. Bir parfum anlamına da gelebilir, bir çok anlama gelebilir. İşte bu yüzden müziğimize jazz demiyorum. Ben müziğimize Afrika müziği diyorum.
Kariyerinizin başlangıç dönemlerine bakacak olursak, Cecil Taylor’la çalmış olmanın müziğinizde ne gibi etkileri var?
Cecil'in sadece müziğim üzerinde değil, algılamam üzerinde de derin etkileri var. Cecil bu müziği sadece müzik olarak değil de kültürel bir güç olarak algılayan ilk insanlar arasında diyebilirim.
Ya John Coltrane?
Coltrane ile tanışmak bana kendi müziğimi ve uzantılarını başka bir bakış açısıyla değerlendirmemi sağladı, bir nevi devam niteliğinde benim için..Coltrane gençlerle oldukça çok zaman geçiren, çok cömert bir adamdı. Çok saygı duyduğum biri, çünkü her zaman siyahi müziğin parametrelerini genişletmek arayışı içindeydi. Aynı zamanda çok ulaşılabilir biriydi Coltrane; bilgisini, irfanını hep başkalarıyla paylaşırdı. Bu müziğin gelişimde çok önemli biri Coltrane.
Afro- Amerikan sanat müziği siyahi gençlerin kendini ifade yöntemleriyken, şimdilerde bu ifade aracı olarak rap ya da hiphop’ın anılır olması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Afro-Amerikan müziği her zaman kendini döneme adapte etmiştir, gündemde kalmayı başarmıştır hep.. Mesela 1920lere dönersek, insanlar Louis Armstrong hep benzer türde müzik yapmamasına rağmen onun müziğinde dans ediyorlarmış. Afro-Amerikan müziğinin etkileri Avrupa'ya kadar ulaşmış, mesela empresyonist bestecilere. Debussy 19. yüzyılda rag time’dan oldukça etkilenmiş mesela. Ya da Stravinski..Yani başkalarından daha avant-garde bir iş yaptığımı söyleyemem. Bu müzik her zaman kültürel değişimin çok önemli bir parçası olmuş, çünkü kültürel değişimle orantılı olarak ilerlemiş. Mesela günümüzdeki rap müziğine bakarsak, eminim Türkiye'de de rap yapan gençler vardır. Bence bu siyahların müzikle ifade biçimlerinin bir onaylaması gibi..Ben müziğimize jazz, rap ya da hip hop olarak bakmıyorum; Afro-Amerikan ifade biçimi olarak bakıyorum, reggae ya da samba da dahil olabilir buna. Bunları tümü benim müziğim, hepsi Afro-Amerikan müzikler..Brazilya'ya yerleşenler ile Güney Karolayna'ya yerleşen aynı Afrikalılar, bu müzikal farklılıklar sadece ritm duygusunu farklı algılayış biçimleri..
Şimdilerde jazz daha çok, yüksek ekonomik, sosyal sınıflara dahil dinleyicilere hitap ediyor, bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sana söyle açıklayayım, bizler sadece oral geleneklere bağlı olarak evrimleşmemişiz, bu sürece dans da şarkı da, hepsi dahil..Ayrıca bu geleneklere ek olarak bir de işin enstrumantel boyutu var. Mesela benim gençliğimde 500 dolara bir saksafon alabilirdin, ama şu an aynı enstruman 5000 dolar..Siyah gençlerin bunu alabilecek parası yok ki... Yani jazz denen müzik türü artık bunun asıl yaratıcıları olan siyahi nüfus arasında o kadar popüler değil. Jazz artık bu enstrumanları almaya imkanı olan beyaz gençler arasında yaygın. Yani birileri benim müziğime avant-garde dediğinde bunu kabul edemiyorum, çünkü ben etrafımda olanın bir parçasıydım, tıpkı Louis Armstrong, Charlie Parker gibi..Mesela Louis Armstrong'un işlerinden çok etkilenen Scott Fitzgerald var..Ya da Jackson Pollock. Ya da Jack Kerouac Charlie Parker'ın işlerinden çok etkilenmiş..Yani Afro-Amerikan müziği bugüne baktığımızda da modern sanatların tümüne çok etki eder durumda, edebiyata, resime..Bunun farkına varmamda Cecil Taylor en etkili isim diyebilirim. Müziğin müzik olarak algılanmasının dışında, toplum ve sanat üzerindeki daha büyük etkilerini..Bizim tüm dünya üzerinde kültürel anlamda derin etkilerimiz olagelmiş. Müziğimiz günümüzün müziği. Mesela çocuklara bakın, hepsi şapkalarını ters takıp düşük belli pantolonlar giyiyorlar, Michael Jordon gibi giyinmeye özeniyorlar. Tüm dünya kültürleri küreselleşmenin bir yansıması oluyor.
Son albümünüzün isminin “Gemini” olmasının astrolojiyle bir alakası var mı?
Tam olarak değil sanırım, bir yandan da albüm iki Cd den oluşuyor. Aslında bu fikrin çıkış noktası bu. Astrolojiyle ilgileniyorum ama, John Coltrane kadar değil. O ciddi anlamda ilgilenirdi astroloji ile..
Genç müzisyenlerden beraber çalmayı istedikleriniz var mı?
Neden eski müzisyenleri sormadın (gülüyor..). Çünkü yenilerden çok da fazla dinlemiyorum ama duyduğum yeni müzisyen çok var. Ama benim yaşımdaki müzisyenleri fazla duymuyorum çünkü herkes çok yaşlandı. Demek istediğim hala hayatta olan ve çalmayı çok sevdiğim müzisyenler var, McCoy Tyner onlardan biri, sonra George Coleman. Ya da zamanımızın harikulade piyanistlerinden diyebileceğim Ahmad Jamal..
Çağdaş kompozisyona ilginiz oldu mu hiç?
Bu sıralar klasik döneme daha ilgiliyim, son zamanlarda Mozart'ın bestelerini sıkça dinliyorum. Aslen batı klasik müziğine Hiçbir zaman o kadar ilgili olmadım. Kendi müziğimizle, siyahi müzisyenler tarafından yaratılmış müziklerle ilgili olmakla yeterli geliyordu bana. Beyazların Batı Klasik müziğine ihtiyacım olduğunu düşünmedim hiç. Aslında bu iyice alakadar olmayana kadar geçerli..Müzikal olarak problemler yaşadığım bir dönem oldu ve sonra Mozart’ın Sol Major Flut sonatına takılıp kaldım. Bana bir miktar yardımı dokunduğunu söyleyebilirim.


*Fotoğraf Cem Köklükaya tarafından çekilmiştir.

“Duygusal ve sinematik..”



Film müzikleri… Bir sahneye eşlik etmek üzere en belirgin atmosfer tamamlayıcı olarak müzik… Eğer söz konusu işi yapan titiz bir yönetmense; sözgelimi 24. sahne için, en az kadın karakterin küvetin kenarında otururken mi, yoksa ayna karşısında mı o en can alıcı konuşmayı yaptığı ne kadar önemli bir detaysa; o sahneyle ilişkilendirilecek parçanın seçimi de öyle bir detaydır. Hikâyenin ve görselliğin yaracağı ruh kisvesine ek olarak, tamamlanmış bir film için benden bir albüm seçmemi isteseler ve deseler ki; bu albüm yaratacağı hisler bütünü ile bu filmi tamamlasın, seçimim Home Video’nun No Certain Night or Morning isimli albümü olurdu, Wes Anderson’un Royal Teenenbaums isimli filmi için. Hikâyenin içindeki sürükleyicilik ve eğlendiriciliğin dinleyiciyi yönlendirdiği en belirgin doğrultu, sürprizlerle dolu karamsar bir drama…

Evet, Home Video’yu oluşturan Collin Ruffino ve David Gross’un hikâyesinden, inceden neşeli ve eğlendirici sürprizlerle bezeli bir hüzün karmaşası çıkmış ortaya. Hizmetçilerinin, kendisine üzümler soyup yetirdiği bir Louisiana şatosunda büyüdüğünü iddia eden bir ressamın sanat dersinde tanışıyor ikili. İlerleyen arkadaşlıkları bir işbirliğine dönüşüyor ve Collin’in yönetip David’in rol aldığı, sonraları gruba ismine verecek olan bir kısa film projesiyle pekişiyor ilişkileri. Lise döneminde Collin, The Great and Secret Show isimli bir toplulukta çalarak müzikle alakasını güçlendirirken, o yaşına kadar popüler müzikle hiçbir ilişiği olmamış klasik eğitimli piyanistimiz David’in topluluğa katılmasıyla, klavyeler bir profesyonele teslim edilmiş oluyor. Lise hayatının sona ermesiyle topluluk dağılıyor ve ayrı sahnelerde çıkıyor Home Video üyeleri bu kez karşımıza. Gelecek planları , artı kişisel ilgi alanları David’i Boston’a müzik ve felsefe eğitimi almaya yönlendiriyor; Collin’i ise New York’a sinema okumaya…Bu süre içersinde Collin müzikten kopmuyor, David ise Collin’den; ve her yaz tatilinde bir araya gelip beraber çalışmaya devam ediyorlar. Üniversite hayatının da bitmesi ile ikilimizden David New York’a yerleşiyor ve bu süreçte, bahsi geçen Home Video serüveni start alıyor. 2003 kışında ilk parçaları ve albümlerinin kapanış parçası olan Melon’u kaydediyor ikili, takiben birkaç parça daha kaydedip plak şirketlerine yollamaya başlıyorlar. Warp bu, yeteneğin kokusunu alır tabi, daha canlı performanslarını bile görmeden ikilimizle bir anlaşma imzalayıp 2004 Haziran’ında That You Might, onu takiben ise Kasım’ da Citizen kısa çalarlarını yayınlıyor. That You Might parçaları BBC radyosunda dönerek İngiltere müzik çevrelerinde ilgi çekmelerine sebep olurken, Citizen kısa çaları ile de Rolling Stone dergisinin gündemine geliyorlar. Ardından, çıktıkları Avrupa turnesinde Blonde Redhead üyeleri öyle etkileniyor ki müziklerinden, ikilimiz onlara eşlik etmek üzere bir Kuzey Amerika turnesine davet ediliyorlar. Takiben ise Radio 4, Pinback, Colder, His Name is Alive gibi topluluklara ön grup oluyorlar. 2006 Kasım’ında ise ilk albümleri No Certain Night or Morning yayınlanıyor, ama bu kez Defend Music etiketiyle. Elektronik müzik dünyasının en dikkat çekici isimlerinden olan Squarepusher, Boards of Canada, Autechre, Aphex Twin, Jamie Lidell gibi yıldızları bünyesinde bulunduran Warp Plak Şirketi bu gelecek vadeden ikiliyi nasıl ellerinden kaçırıyor akıl sır erdirebilmiş değilim.

İlk albümleri, No Certain Night or Morning; kabaca bahsedilen bu hikâyenin yansıması gibi, oldukça samimi kahramanlarımız albüm boyunca. New York hayatının karmaşasına, kalabalığın içinde yalnız olmaya, geleceğe dair umutsuzluğa ve aşkı bekleyişe dair itiraflarda bulunuyorlar. Beste yapısındaki doyuruculuk, akılda kalıcı melodiler, gitar tonlarındaki -efektlere rağmen elde edilen- yalınlık, yüksek metronomda akan enerjik drum machine üretimleri, ve Tom Yorke’u çağrıştıran son hece uzatma obsesyonlu vokal stili; uzuvlarınızla eşlik etme arzunuza karşı koyamayacağınız dinamikliğin, ve bu sürükleyiciliğin içinde akan karamsarlığın işaretçileri. İkiliğinin üzerinde etkisi olan isimlere değinirsek; Nine Inch Nails’ın endüstriyelliğinin sakinleştirilmiş ve isyanı tımarlanmışı, Depeche Mode’un elektronik müziği rock’a dahil etmedeki ustalığının amatörleşmişi, Boards of Canada’nın titizliğinin hafiften gelişi güzelleştirilmişi ve Radiohead’ın karanlık yanının az biraz umut katılmışı denebilir Home Video’nun müziği için. Sözü vokalist Collin’e bırakırsak “ duygusal ve sinematik ” en yalın söz öbeği müziklerine dair.

Açılış parçası Sleep Sweet ile başlayan dans etme isteği tüm parçalar boyunca devam ediyor. Penguin’de ise “Burada oturdukça aptallaşıyorum, hayatımın değişmesini ve gölgelerin yer değiştirmesini beklerken. Beynim bir ahmak tıpkı, yeteri kadar büyüdüm duvarları yıkmak ve bu sahneden uçmak için.” diyerek bu karamsarlığa dair yakınmalarda bulunuyor kahramanlarımız, bu parçanın aynı zamanda DFA’nın yaptığı bir remixi de mevcut. Topluluğun aynı zamanda ilk kısaçaları olan That You Might’ta ise sert kickler, fade out efektlerinin oldukça belirgin olduğu isyankar klavye melodisi, albüm boyunca süregelen enerjinin çiziyor. Birçok elektronik müzik topluluğu gibi parçaları kendileri kaydettikten sonra canlı performansa göre yeniden düzenleyip, sahnede görsellerin yanı sıra, davulda Jim Orso eşlik ediyor ikilimize.

Home Video sahnede; Home Video Dj setlerine sızdı, sızıyor, sızmaya da devam edecek ve biz keyifle dans ediyoruz. Dansımızla ya da tempo tutarak eşlik etmemeyi olanaksız kılan sert ve enerjik vuruşların, akılda kalıcı melodilerin ötesinde bu sahnenin odak noktası, belki de birer parça her birimizin hikâyesinde... Soyutlanma, yabancılaşma, kalp kırıklıkları, varoluşsal sorgular, değişimi & daha iyiyi bekleyiş, yalnızlık... Tesadüfler eşliğinde hikâyeye dâhil olan aşk kırıntıları, şefkat ve umut kıvılcımları akıp giden… Sanırım onlar ilerleyen zamanlarda da bunlardan bahsetmeye devam edecekler. Hayır, dans etmeyi kesmemeliyiz. Biraz kulak versek yeter.

Home Video- No Certain Night of Morning // Defend Music Inc. // 2o06

Jack De Johnette ile söyleşi..

Kasım ayında Ripple Project ile bir konser vermek üzere ülkemizi ziyaret eden jazz tarihinin en önemli davulcularından Jack DeJohnette, kariyeri boyunca gerek eşlikçi olarak bünyesinde bulunduğu topluluklarla, gerekse lider olarak kaydettiği albümlerle, jazz’da güncel olanı belirlerleme ve takip etmesinin yanı sıra, bir davulcu olarak üslubunu farklı türlerde ustaca farkettirmeyi başardı. Son olarak ses mühendisi ve elektronik müzik bestecisi Ben Surman ile beraber çalıştıkları Ripple Project de bunun göstergelerinden..Ripple Project; soprano saksafon ve üflemelilerde, bas klarnetteki ustalığı ile anılan İngiliz müzisyen John Surman; basta Sonny Rollins ve Oliver Lake ile çalışmaları ile hatırlanabilecek Jerome Harris; vokallerde ve perküsyonda Brazilya yerel müziklerinin gün ışığına çıkaran ve kendi tarzıyla yorumlayan Marlui Miranda, elektronik müzik dünyasında ses mühendisi ve prodüktör olarak birçok çalışmada bulunan Ben Surman ve davullarda, jazz davulu dendiğinde ilk akla gelen isimlerden olan Jack DeJohnette’den oluşuyor. 12 Kasım 2007 tarihinde İş Sanat’ta verdikleri konser öncesi Jack DeJohnette ile mini bir söyleşi gerçekleştirdik..

Biraz Ripple Projectle olan işbirliğinizden bahsedebilir miyiz? Ben Surman’la yine proje tasarılarınız var mı?

Ben Surman’ın babası John Surmanla sıkça beraber çalıştığımızdan dolayı Ben’le de çalışıyoruz. Ayrıca küçük kızımla evli olduğundan Ben benim damadım ve beraber sıkça zaman geçiriyoruz. Plak şirketim Golden Beams’ten bir remix albümü çıkmasını istememin sebebi, çağdaş kalmak istemem..Bu nedenle Ben Ripple Effect projesini kursu ve bence inanılmaz bir iş çıkardı, onun gibi remix yapan başka kimseyi tanımıyorum. Ripple Projecti sahneye taşıma fikri de çok güzeldi çünkü bu sayede Marlui Miranda ve Jerome Harris de projeye dahil oldu. Ayrıca Ben sahnede elektoniklerle ilgilendiği için, bir ses mühendisi daha kadroya eklendi. Umduğumuz Ripple Effect projesiyle olabildiği kadar çok çalabilmek..Çünkü bu geleneksel cazın, elektonik cazın ve dünya müziğinin bir harmanı..Ağırlığın neyde olduğu konserden konsere değişiyor..

Bir röportajınızda kendinizi müziği boyayan biri gibi gördüğünüzü söylediğiniz okumuştum, müziği boyamak derken neyi kastediyorsunuz?

Renkler, tıpkı bir ressam gibi..Ben sadece davul çalmıyorum, ben müziği boyuyorum tıpkı bir heykeltraş fotoğrafçı ya da ressam gibi..Ritmlerle, titreşimlerle renkler yaratıyorum.. Müziği boyamak derken benim tavrım bu..

Caz tarihindeki hemen hemen tüm saksafon devleri ile çalıştınız, bunların içinde onunla çakarken en fazla sey öğrendiğinizi söyleyebileceğiz biri var mı?

Bir çokları var, saksafonistleri düşündüğümüzde çok fazla şey öğrendiğim John Coltrane, Sonny Rollins ve Wayne Shorter denebilir..

Biraz AACM döneminden bahsedebilir miyiz? ( yaratıcı müzisyenlerin gelişimi derneği)

Bu oluşumu başlatan kişi Chicagolu Muhal Richard Abrams..Onun dışında Roscoe Mitchell, Joseph Jarman,Lester Bowie ve Art Ensemble of Chicago da buna dahildi..Bu oluşum müzisyenler için bir alternatif gibiydi, ürettiklerini sunmaları için oluşturulmuş değişik bir konsept..50lerin sonları ve 60ların başlarıydı..Bu oluşum devam ediyor hala, Muhal Richard Abrams New York’ta yaşıyor ama AACM Chicagoda devam ediyor..

*Bu söyleşinin sesli kaydı, 14.Kasım 2007 tarihinde Açık Radyo 94.9, Açık Dergi programında yayınlanmıştır.

* Bu söyleşi Ocak 2008’de Jazz Dergisi’nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

* Yukarıdaki fotoğraf Cem Köklükaya tarafından çekilmiştir.

18 Ocak 2008 Cuma

Bir ölüye mektup..

Bayım,

Siz göçtüğünüzde ben buralarda değildim. Hatta benim ürememe sebep varlıklar dahi adımlarını düz bir çizgide sabit tutamayacak kadar yıl katetmişlerdi ancak..

Bayım,

Sizi tanıdığım günden beri, ağırlık mı hafiflik mi olduğuna bir türlü kanaat getiremediğim bir yoğunlukla katetmekteyim her yolu.. Bu her iki uca kayması pek olası yoğunluktur ki, çizgimi terkedip yenisini yaratmama sebep. Ve bu çizgidir ki, suskunluğum, çoşkunluğum, zerzenişim, uykum, gölgesi bulunmayan evrenleri , arayışım..

Sizi her duyduğumda bir yandan sazımı sarmalayasım ve çağlarca üfleyesim geliyor, bir yandan ise sizin sazınızdan akan notaların beni ulaştırdığı huzura “bir ben” ulaşabilir miyim kaygısıyla terkedesim onu. Sonsuza kadar.

Çelişki kardeşliği hissediyorum sizinle aramda bayım,

Başak ve terazinin kesiştiği gün gelmişsiniz dünyaya... İddaalı bir söz edip sadece sizi dinleyerek bile bunu farkedebilirdim diyebilirim, başağın tüm mükemmelliyetçiliğini, titizliğini, hedefe dair sabrını ve terazinin naif kararsızlığını, estetik kaygılarını, ruhani arayışlarını tel tel bezemişsiniz her ezginize..

Sizden ötesi olmayacak bayım, düzensizliğin içersinde yakalanabilecek estetiğin ulaşabileceği son noktasınız. İşte bu yüzdendir sazımı bırakıp yazıma sarılıyorum. Tende siz, fonda siz, unumda hamurumda siz..

Caribou'dan Andorra..


Caribou, aslen Kanadalı müzisyen Dan Snaith’in tek kişilik projesi.. Teknolojinin ilerlemesiyle yaygınlaşan, albümü tek kişi kaydedip, kadroyu canlı performanslar nedeniyle genişletme akımına dahil bir isim Dan Snaith; kendisine sahnede Ryan Smith, Brad Weber, Andy Lloyd ve Peter Mitton eşlik ediyor. 2000’lerin başlarında, elektronik müzik camiasının umut vaadeden isimlerinden sayılan Manitoba ismi ile müzik yapan Daniel Snaith’in isminin Caribou’ya dönüşmesi, bir isim çakışması üzerine kendisine açılan dava ile olmuş. Matematikte doktorası bulunan, hatırı sayılır bir davulcu ve perküsyonist olan, elektronik kompozisyon alanında yetkinliğini hayli ispatlamış Dan Snaith’in, Andorra isimli albümü 2007 Ağustos’unda piyasaya sürüldü.

Manitoba’dan Caribou’ya olan isim değişikliği, müziğinin tarzındaki değişimi de beraberinde getiriyor. Manitoba ismi altında daha elektronika ve IDM janrlarına dahil edilebilecek kayıtlar yapan ve Boards of Canada’yla karşılaştırılan müzisyenin; Caribou ismi ile kaydettiği 2. albümü Andorra için bir tür tanımlaması yapmak gerekirse; elektronik programlama destekli, rock’n roll & krout rock etkilenimli, saykodelik dream pop denebilir.

2005’te yayınlanan “The Milk of Human Kindness” isimli albümünü, ağırlıklı olarak gözde indie rock topluluklarının dahil olduğu Domino Records’dan yayınlayan Caribou; “Andorra” albümü ile nispeten daha büyük bir plak şirketi olarak tabir edebilecek Merge Records’a geçmiş. Albüm ismini, İspanya ve Fransa arasında yer alan Katalonya’nın diğer bir ismi olan Andorra’dan alıyor.

Andorra albümü iki kısım olarak ele alınabilir; albümün ilk altı parçası olan “Melody day”, “Sandy”, “After hours”, “She’s the one”, “Desiree” ve “Eli”; yukarıda da değinildiği gibi daha 60lar popunun gitar tekniklerini anımsatan, sürükleyici davul ve perkusyonlarla bezeli kayıtlar.. “Sundialing” isimli parçadan itibaren ise albüm daha deneysel bir karakter kazanıyor; zaman zaman 70lerin kraut rock’ına öykünürken, bir yandan da Dan Snaith’in elektronik geçmişinin altını çiziyor..2004 senesinde Phonem by Miller kapsamında Manitoba ismi ile ülkemizi ziyaret eden Dan Snaith’e Andorra albümünün “She’s the one” parçasında, Junior Boys’dan Jeremy Greenspan, hem besteleme aşamasında hem de vokallerde eşlik ediyor.

Caribou bir röportajında müziğe yaklaşımı ile ilgili, fiziksel sesleri baz alarak bestelerini onlar etrafında oluşturmadığını; parçaları daha çok fikirler ve zihinsel süreçler etrafında dönerek oluşturduğunu söylüyor. Gerek bu yaklaşımın göstergesi, gerekse etkilendiği çeşitli kaynakların harmanı olarak; Andorra albümü Dan Snaith’in diskografisinde müzikal duruşunu yetkinlikle yansıtan yegane albüm denebilir.

Caribou - Andorra // Merge Records // 2007

Şarabın müziğine dair..

Tıpkı müzik gibi, şarabın da onu tatmayı ve özümsemeyi bilenin hayatına getirdiği güzellikler yadsınamaz. Çağlar boyunca ismi birlikte anılan bu ikilinin hizmet ettiği, zamana ve mekâna bağlı olarak değişen, iki ayrı uç olarak kendini bulma ve kendini kaybetme eylemleri, bu ikiliyi daha da vazgeçilmez kılmakta. Robert Fripp “Müzik sessizliğin kadehini dolduran şaraptır” diyerek özetlemekte bu hazların benzerliğini. Şarabın birçok müzisyene de ilham kaynağı olduğu da bir gerçek; Amerikalı kompozitör Curtis Bryant “Şarap Severin Çello Rehberi” isimli eserinde, eseri oluşturan 5 ayrı bölümü, 5 ayrı şarabın karakteristiklerine odaklanarak besteleyerek ve müziğin akışıyla o bölümü temsil eden şaraba uygun bir atmosfer yaratarak, bu ikiliye olan şükranını sunmakta.

Bir diğer nokta ise şarap ne kadar canlı ise bir kaydın da o kadar canlı olduğu. Üzüm şişelendikten sonra da devam eder yaşamaya; bir gün açtığınız şarap ile yarın açacağınız aynı hasattan yapılmış şarap arasındaki nüanslardan söz edildiğini sıkça duymuştur şarapla amatör seviyede ilgilenenler dahi. Bir albümün canlılığından bahsederken, kişinin onu algılaması diye değiştirmek istiyorum tabiri. Dikkatli ve eforlu bir dinleyici için de bir kayıt tıpkı şarap gibidir, dinleyicinin kendine eklediği her şeyle kayıttan algıladığı değişir.

En büyük ortak noktaları olarak söze dökülmekten öte dahil olunup keyif alınması gereken bu ikili söz konusuysa, şarabın müziğine dair betimlemeler yaparken nesnel olmak söz konusu değil sanırım. Bundan sonra okuyacağınız eşleştirmeler tamamen kişisel olup, belli üzümlerin karakteristiklerine odaklanarak, atmosfere dair bir tamamlayıcı olarak belli müzisyenler önermemin nedeni, bu ikiliye dair kişisel ilgimden öte değildir.

Cabarnet Sauvingon kuşkusuz en tanınmış üzümlerin başında gelir, tıpkı bayan vokaller söz konusu olduğunda birçoklarının aklına Nina Simone’ın gelmesi gibi. Cabarnet’nin bu kadar yaygın olmasının nedeni ekildiği her yerde değişik iklim şartlarına uyum gösterebilme özelliğidir. Nasıl Nina ne kadar caz, soul, gospel, pop ya da blues janrlarına ait olarak tanımlanan parçalar seslendirirse seslendirsin, ses renginin özgünlüğü belli ederse kendini; Cabarnet de yetiştiği yer ve stilden bağımsız olarak frenküzümünü çağrıştıran kokusunu belli eder.

Söz konusu üzüm Pinot Noir ise eşlikçisi olarak John Coltrane’in 1965 tarihli Meditations albümü atanabilir. Pinot’nun kokusunu tarif etmenin ve tanımanın zor olduğu söylenir. Son dönemlerine odaklanırsak Coltrane’in müziğini tanımak bariz olsa da, o dönem için tarif edilmesi ve değeri anlaşılması zor olduğu su götürmez bir gerçek. Coltrane’in son dönemlerindeki eserlerinin değerinin kitlelerce anlaşılabilmesi için nasıl üstünden yıllar geçmesi gerektiyse; arada istisnalar olsa da, Pinotların çoğu on yılda içime hazır hale gelir ve bu süre ilerledikçe çoğu şarapta olduğu gibi değeri artar. Pinot’ların kokularını tanımlamak içinse tatlı ve çürük, ferahlatıcı ve is çağrışımı gibi tezatlardan yararlanır şarap uzmanları, tıpkı Coltrane’in müziğinizdeki karmaşayı betimlemek için başvurulan sonsuz tezat sıfat gibi.

Eğer seçiminiz Chardonnay ise, Coleman Hawkins’in zarif, akışkan ve zaman zaman karamsar tonu en uygun eşlikçisi olmaya adaydır. Dünyanın en kaliteli beyazlıklarından olan Chardonnay nasıl beyazların üzerine çektiyse dikkati, Hawkins de benzerini caz dünyasında tenor saksafon için başarmıştır. Hawkins’in Body & Soul albümü bir şişe Chardonnay’in yanında mükemmel bir tamamlayıcı olacaktır.

Diğer kırmızılara oranla daha yumuşak olarak betimlenen Merlot’nun yanına ise kolonlardan yükselmek üzere Bryan Ferry’nin buğulu ve doygun ses tonu uygun bir aday olabilir. Merlot; tatlımsı, meyve kokulu aroması ve açık kırmızıya kaçan rengiyle diğer kırmızılara oranla ayırt etmesi daha olası bir üzümdür; bu gibi özelliklerinden dolayı bazı şarap severlerce ifadesiz olarak nitelendirilip tercih edilmez. Nitekim ben bu gruba dahil değilim; bir şişe iyi kalite Merlot ve Bryan Ferry’nin 1973 tarihli coverlardan oluşan These Foolish Things albümü yarattıkları duyguların benzerliği itibari ile mükemmel bir ikili olabilir.

Her ne kadar farklı duyulara hitap etseler de, birinin olduğu yerde diğerinin eksikliği göze çarpar bu ikilinin sevenlerince. Her açılan şişede farklı tınlar şarap, her geçen günle tadı ve yoğunluğu değişir kaydın. Sözü Sabahattin Eyüboğlu’na bırakırsak:

“Benim canım hep şarabın izindedir,
Kulağım ney ve rubap sesindedir.”

Son Söz: Bu yazının oluşumu aşamasında bir şişe Melen Kalecik Karası tat ve koku; Charles Lloyd 1966 tarihli Forest Flower albümü işitme duyularına hizmet etmiştir.

*Bu yazı Ocak 2008'de Jazz Dergisi'nin 49. sayısında yayınlanmıştır.

“Bu konuya müzik yoluyla baktık...”

Akbank Oda Orkestrası, Türkiye’de çok sesli evrensel müziğin kitlelere ulaşımı söz konusu olduğunda dikkati en çok üzerine toplayan orkestralardan biri. Gerek programların etrafında döndüğü temalar, gerek seçilen eserlere getirilen harika yorumlar, gerekse konuk edilen solistler açısından; dinleyicisi için büyük bir mutluluk kaynağı olmanın yanı sıra, birçok kişinin çok sesli evrensel müzik ile tanışmasında da orkestranın etkisi oldukça büyük. Mart ayı içersinde, vurmalı sazların kraliçesi olarak anılan, dünyaca ünlü perküsyonist Eveleyn Glennie’yi; Nisan’da ise Schostakovich 'in Birinci Konçerto’sunun dünyadaki en ileri gele yorumcuları arasındaki Natalia Gutman’ı ağırlayan orkestranın bugüne değin imza attığı konserler arasında; "Bach, Caz ve Lale Devri" (Aya İrini, 1998) "Alla Turca" (Tophane-i Amire, 1999) "1789, Akl-ı Selim'in Müziği" (Tophane-i Amire, 2000), "At-Nağmeler" (Istabl-ı Amire-i Ferhan, 2001) ve "İstanbul'da Erguvan Zamanı" (Aya İrini, 2004) gibi etkinlikler var.

1998 yılında orkestranın daimi şefliğine getirilen Cem Mansur, Akbank Oda Orkestrası’nın hayatlarımızdaki bu rolünü en çok borçlu olduğumuz isim. Kirov Operası, Royal Philharmonic Orchestra, London Mozart Players, City of London Sinfonia, BBC Concert Orchestra, George Enescu Filarmoni Orkestrası, Concerto Grosso Frankfurt, Prag Ulusal Tiyatrosu ve Mexico City Filarmoni Orkestrası gibi kuruluşlarla da çalışmaları bulunan şef, yönettiği ve oluşturduğu harika programların yanı sıra; dinleyici ile seslendirilen programla ilgili bilgilerini, düşüncelerini ve besteciyle ilgili anekdotları paylaştığı konser öncesi sohbetleri ile de anılıyor.

Cem Mansur ile müzik hayatı, çok sesli evrensel müzik ve Türkiye’de müziğin neleri değiştirebileceği üzerine bir sohbet…

İlk olarak Türkiye’de çok sesli müziğin kitlelere ulaşımı hakkında görüşlerinizi almak isterim. Bir röportajınızda devlet orkestralarının bilinçli bir taşra konserleri politikası olmalı demişsiniz. Sizce ne denli odaklanılıyor bu konuya?

Bütün orkestralar, yalnızca devlet orkestraları değil; Türkiye’de sanat yapan herkes bu işi sadece büyük şehirlere odaklanmış bir ayrıcalık olarak değil de, herkesin hakkı olan bir şey haline getirmek için elinden geleni yapmalı. Bunun için de devlet orkestralarının taşra konserlerinin sürekli hale getirilmesi yapılacak en kolay ve en kilit şeylerden biri. Sadece konserlerle değil, anlatmak lazım. Türkiye’de anlamsız bir önyargı var müzikle ilgili. Müzik uygar ve çağdaş olan bir yerde, herkesin hayatına girebilecek ve güzelleştirebilecek bir şey. Türkiye’de ulaşılmaz, anlaşılmaz ve yabancı bir şey gibi görüldüğü ve gösterildiği için… Tabi bunda eğitim sisteminin, sanat kurumlarının, sanatçıların, herkesin ortak sorumluluğu var. Aslında müzik o kadar temiz, anlaşılması ve insanın hayatına sokması o kadar kolay bir şey ki. Zamansız ve hiçbir sınır tanımayan bir şey müzik, klasik müziği anlamaktan bahsediyorlar, o kadar değişik katmanda algılanan bir şey ki çok sesli müzik; analitik olarak anlayabilirsiniz, duygusal ilişki olarak anlayabilirsiniz… O bakımdan zor ve ulaşılmaz bir şey olarak görülüyor.

Anladıkça alınan keyif artar deyişi vardı ya…

Herkes soyut bir şey anlıyor, kimin ne anladığını sözcüklerle açıklamak imkânsız. Ancak analitik boyutu açıklanabilir, şu armoni oradan buraya gitti gibi. O bence müzikle ilişki kurmanın en önemli unsuru değil. Anlamaktan ne anladığımız hepimiz için farklıdır. Mozart’ın 40. senfonisi neyi anlatıyor, hiç bir şeyi anlatmıyor. Sözcüklerle ifade edilebilir bir şey olsaydı anlatmaya çalıştığı her neyse, o senfoni olmazdı.

Yıldızlar geçidi konserle dizisinin Mart ayındaki konuğu Evelyn Glennie’nin çalışmalarını nasıl buluyorsunuz?

Çok takdir ettiğim bir müzisyen. Evelyn Glennie’yi uzun zamandır davet etmek istiyordum Akbank Oda Orkestrası’na. Birçok açıdan çok ilginç bir müzisyen; vurmalı sazların solist kimliği kazanmasında en büyük rolü oynayan kişi. Kişiliği, virtüözitesi, ısmarladığı ve ona adanmış eserlerle; vurmalı sazların repertuarında başkalarının 10 yılda yapamadığı şeyi tek başına yaptı. Birçok ilginç bir yönü var ki; kulakları duymuyor yüzde 95 gibi bir oranda. Bu da müziğin ne kadar sihirli bir şey olduğunu gösteriyor.

Sahneye çıplak ayakla çıkarak, titreşimleri hissederek orkestraya uyum sağladığını duymuştum…

Titreşimlerden çok daha fazlasını hissediyor tabi. Son araştırmalara göre; müzik, kulağı duymayan insanlarca titreşim yoluyla yalnız ritmik unsur olarak değil; armoni, melodi, form gibi unsurları da içerecek biçimde, beynin aynı yerinde uyarılmaya yol açıyor. Yani kulağı duyan ve duymayanlarca müziği algılanışı beynin aynı bölgelerine denk düşüyor, son aylarda ortaya çıkan bu veriler gerçekten heyecan verici. Evelyn Glennie bence kulakları duysa da duymasa da çok büyük bir virtüöz, çok değerli bir müzisyen. Gerçekten Akbank Oda Orkestra’nın Yıldızlar Geçidi serisine baktığımız zaman, her sezonun bel kemiğini oluşturan şey; seçilen repertuar için davet edilen solist, dünyada o konuda en iyi kim ise O.

Temayı belirleyip solisti ona göre mi seçiyorsunuz, ya da soliste göre mi belirliyorsunuz repertuarı?

Çok değişik oluyor; bazen davet etmek istediğim bir solist oluyor ve ondan repertuar önerileri alıyorum. Ondan aldığım repertuar önerileri doğrultusunda aklımda bir konser teması oluşabiliyor; bir dönem, bir coğrafya, bir felsefi yaklaşım ya da bir sanat akımına gönderme, her şey olabilir bu. Bazen ise aklımda bir program oluyor ve solistin çalacağı eserler de belli oluyor, aklımdaki repertuarı ve ona yakın şeyleri kabul eden bir solisti davet ediyorum. Çok değişik biçimlerde oluşuyor konserler. Konserlerin her şeyden önce bir hikâye anlatması lazım, Türkiye’de çok fazla, bir takım eserlerin bir araya getirilip çalındığı konser var. Ama bu Yıldızlar Geçidi konserler serisinde, “bu konuya müzik yoluyla baktık” denebilmesi ilginç ve heyecan verici. Güzel müzik dinlemenin ötesinde, belli bir konuda bir şey yaşamalı dinleyici.

Konuk ettiğiniz solistler arasında sahnede birlikte olmaktan özel bir keyif aldıklarınız var mı?

Birçok kişi var, son yıllarda davet ettiklerim arasında keyifle çalışmadım diyebileceğim biri yok açıkçası. Ama bu yıla baktığımızda, Stephen Kovacevich, dünyanın en iyi piyanistlerinden biri, onla müzik yapmak çok heyecan verici. Her notada ölüm kalım savaşı verir gibi, her nota çok önemli; canlı müzik yaparken o anda bir şey yaratıyorsunuz, tekrar yaratılamayacak ya da kaydedilerek tekrar yaşanamayacak bir şey… Sezon başında davet ettiğimiz kemancı Elizabeth Wallfisch ile çok heyecan verici bir çalışma oldu, 18. yüzyıl stilini çok iyi bilen bir kemancı ve uzun zamandır orkestrayla çalmasını çok istiyordum. Nisan ayında konuğumuz olan Natalie Gutman var, çok büyük bir viyolonselci. Schostakovich’in konçertosunu çaldı; Schostakovich’in kendisini tanımış bir müzisyen, viyolonselin yaşayan tarihi gibi.

Sizin hikâyeniz, benzer kariyerlere sahip müzisyenlerinkinden biraz farklı gibi; 19 yaşında mühendislik eğitimizi yarıda bırakıp müzik eğitimine başlamışsınız. Türkiye’nin o dönemki koşulları göz önüne alındığında, zor oldu mu bu kararı vermek?

Türkiye şartları ile ilgili olduğu söylenemez, kendi hayatımla ilgili bir karardı, geç de olsa karar verdim. Öncesinde o kadar meraklı değildim açıkçası, küçük yaşta piyano derslerine başlamıştım ama birkaç ay sonra bıraktım. 19 yaşlarında ben hayatımı müzikle geçirmek istiyorum dediğimde, başka bir bölüm okumaya başlamıştım, laf olsun diye bir bakıma, boş durmamak için. Karar verdikten sonra bir takım şeyler şeye hızla değişti hayatımda, ama alışılmışın dışında olduğu bir gerçek, o yaşta müziğe başladım, nota falan bilmiyordum. İnsan bir şeyi çok sevdiği ve istediği zaman bir şekilde yapabiliyor.

Kariyeriniz boyunca çeşitli şehirlerde eğitim gördünüz ve çalıştınız. Bunlar arasında özel bir bağınızın olduğunu düşündüğünüz bir şehir var mı?

Müzik hayatımda özellikle bağım olan yer her zaman Londra oldu. Müzik eğitimin çoğunu, neredeyse tümünü orda geçirdim, belli yaz kurslarının ve workshopların dışında. Oradaki müzik hayatının çok zengin ve çeşitli olduğu yıllarda Londra’da öğrenciydim ve bu büyük bir şanstı; 70li yılların sonuna ve 80lerin tam başına denk geliyor. Türkiye dışında sürekli bağlantım olan yer Londra oldu, halen de öyle. Bir evim de orda, birçok arkadaşım orda; hem dostluklarım, hem sanat yaşamım açısından çok sıcak ilişkilerim oldu ve hayat boyu devam edecek bir yer benim için.

Cem Mansur dendiğinde akla gelen şeylerden biri de konser öncesi sohbetleri ve anlattığınız hikâyeler…

Oxford Şehir Orkestrası’nın başında olduğum yıllarda çağdaş bir eser ya da çok bilinmeyen bir eserle ilgili dinleyicilerle yaptığımız sohbetler oluyordu. Fakat bu konseptli programlara başladığımızdan beri devam ediyor. Özellikle alışılmışım dışından programlar yapıyorsanız, ya da her türlü program için geçerli bu, dinleyicilerin o müzikten daha fazla keyif almasını sağlayacak bir şey varsa söyleyebileceğimiz, onları söylemek görevimizdir diye düşündüm her zaman. Hem sınırları yok ediyor, hem sahneyle dinleyiciyi sıcak bir ilişki ortamında buluşturuyor. En önemlisi o müziğin gökten zembille inmiş bir şeyden öte; tarih, felsefe, coğrafya, kendi yaşamlarındaki duygular düşünceler içinde nereye oturduğuna dair bir bakışı anlatmak. Eser tuhafsa neden tuhaf. En soyut ve çağdaş eserlerin bile dinleyici ile bir ilişki kurmasını sağlamak mümkün. Son yıllarda bunu heyecan verici bir biçimde yaşadık. Ben açıkçası 50–60 kişi gelir böyle sohbetlere diye düşünüyordum; ama insanlar ukalalık etmeden, herkesin anlayabileceği bir dille müzikle ilgili çok fazla bilgi verilebileceğini gördüler. Bunu hem kendi yaptığım işin daha anlamlı olması için yapıyorum. Özellikle bizim gibi sıra dışı programlar çalan bir orkestra için bu çok önemli.

Bu hikâyeleri bir kitapta toplamayı düşündünüz mü?

Bunu soran çok oluyor. Yazılı format çok daha farklı bir şey, ben bu sohbetleri uçucu şeyler olarak görüyorum, o ana özgü.. Ama müziğe dair düşüncelerimi paylaşabileceğim bir kitap düşünüyorum, ama bu sohbetlerin toplanmış hali olmayacak. Müziği paylaşmak ve müziğin doğasıyla ilgili heyecan verici tecrübelerim var, özellikle Anadolu konserlerinde müzikle ilgili çok şey öğrendim. Kitap tecrübelerime, başkalarıyla konuşmalarıma dayanarak ortaya koymak istediğim “müzik ne, niye bizi heyecanlandırıyor, Türkiye’deki rolü ne ve Türkiye için neyi temsil edebilir” gibi… Ben çok sesli evrensel müziğin Türkiye’de çok büyük bir güç olabileceğini düşünüyorum, Türkiye’nin çağdaşlığının en açık ifadesi olabileceğini düşünüyorum. İçinde taşıdığı değerlerin iyi hissedilmesi sayesinde insanların hayatını iyileştirebileceği gibi belki çok ütopik olan bir düşüncem var, ama sanatçının o ütopyayı bir hedef olarak gözünün önünde tutması gerek. Müzik çok büyük bir güç. Nietzsche müzik bize daha iyi bir dünyanın kapısını açar diyor. Bu çok doğru bence, bunu hissetmek herkesin ulaşabileceği bir şey, ben bazen Diyarbakır’da konserden sonra konuştuğum bir çocuktan öyle bir şey öğreniyorum ki müziğin neden önemli olduğuyla ilgili, bunu Paris’te konserden sonra öğrenemem. Türkiye’de biraz gâvur özentisi, ithal malı bir nesne olarak görebiliyoruz bazen. Bu çok büyük bir kayıp, birçok insanın hayatına böyle bir zenginlik değmeden geçebiliyor.

Söylediğiniz daha yoğun olarak çok sesli batı müziği için düşünülüyor gibi…

Çok sesli evrensel müzik, bütün dünyada başka hiçbir ortak noktaları olmayan insanların, aynı derecede heyecan yaşayabileceği ve hayatını derinleştirebilen bir şey.

10 sene öncesine baktığımızda daha büyük kitlelere ulaşılabiliyor değil mi?

Gelişme birilerinin yeni bir şeyler yapmasına bağlı. Konuk orkestralar gidip geliyor, kendi orkestralarımızın seviyesi 20 yıl öncesine oranla kıyaslanamayacak kadar iyi. Bu potansiyelin ülke genelinde çok iyi kullanılması lazım.

Repertuarınızda unutulmuş ve alışılmışın dışında eserlere de yer veriyorsunuz…

Büyük miktarda iyi müzik var dünyada bugün ve tarih içinde. Ama insanlar genelde aynı şeyleri dinleyip çalıyorlar. En popüler eserlerin en popüler olmasında haklı bir sebep oluyor genelde; en iyiler, en heyecan verici olanlar ve en zamansızlar… Son yıllarda öyle eserler çaldık ki, bunu diye kimse bilmiyor diye sormadan edemiyorum. Bir avuç çalmaya değecek eder yok, yüzlercesi var.

Peki, yorumlamaktan özellikle keyif duyduğunuz bir eser ya da besteci var mı?

Canlı olarak müzik yaptığınız zaman, o an çaldığınız eseri yaşıyorsunuz ve o en sevdiğiniz eser oluyor. Ben çok geniş bir yelpazeyi yakın buluyorum kendime ve severek yönetiyorum. Ama özellikle opera bestecisi olarak tek kişi söyleme gerekirse, Mozart. Ama tabi ki tek sevdiğim besteci o değil…

* Bu söyleşi Temmuz 2007'de, Jazz Dergisi'nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

Wolfgang Muthspiel ile söyleşi..


Müziğe erken yaşlarda keman çalarak başlamışsınız ve gitarla ilişiğiniz sonraki yıllarda olmuş. Eğer kemanla devam etseydiniz hayatınızın nasıl olabileceğine dair düşünceleriniz oldu mu?

Evet bunu düşündüğüm zamanlar oluyor. Büyük ihtimalle bir klasik müzik icracısı olurdum ki bu da ilginç olurdu. Ama her türde besteler yapabileceğim, benimle çalması için diğer müzisyenleri davet edebileceğim ve belki de daha yaratıcı olabileceğim başka bir yöne kaydığım için memnunum. Çünkü klasik müzikte genelde diğer müzisyenlerin bestelerini çalıyorsunuz, bu da tabi ki çok güzel ama doğaçlama yapmak gibi bir imkanınız olmuyor. Bu da jazzın güzelliği. Bu arada değinmeliyim ki en sevdiğim müzisyen Türkiye’de yaşıyor.

Aydın Esen, değil mi..

Evet.

Siz New York’ta mı yaşıyorsunuz?

Önceleri evet, şu an Viyana’da yaşıyorum.

Avrupa ve Amerika jazz çevreleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Gerçekten çok farklı. Hala bir şekilde New York’un jazzın merkezi olduğunu düşünüyorum. Tabi ki Avrupa’da da çok iyi müzisyenler var, ama konu davulcular ve bascılar gibi ritm bölümünü oluşturan müzisyenler olduğunda, New York en yoğun yer olarak akla geliyor. Avrupa’da ki iyi müzisyenler gerçekten iyiler ve her yerdeler. Ama New York’ta bu seviyenin üzerinde müzisyenlere rastlamak daha olası. Gerçekten zor bir soru, çünkü iki yerde bulunmak birbirinden oldukça farklı deneyimler ve ikisi de seviyorum. Şu an Viyana’da yaşıyor olmayı çok seviyorum, New York’ta yaşamayı da çok seviyordum. Bir Avrupalı olarak New York’ta yaşamak, ordaki ki müzik çevrelerine dahil olmak ve sonra geri dönmek harika bir şey, benim yaptığım gibi..

Klasik müzik toplulukları için de kompozisyonlar yapıyorsunuz, sizce jazz ve klasik müzik bir şekilde birbirlerine dahil oluyorlar mı?

Sürekli Aydın’dan bahsetmek istemiyorum, ama sanırım bahsetmeliyim. Çünkü konu bu olduğunda, hepsini bir arada harmanlayan kişi Aydın tek diyebilirim. Jazz mı, klasik müzik mi, yoksa çağdaş kompozisyon mu olduğu hakkında bir yargıya varamazsınız; sadece müzik. Bence günümüzde jazz, çağdaş klasik müzik etkilerini oldukça içinde barındırıyor ve bunun tersi de geçerli. Bu nedenle şimdilerde daha geleneksel bir jazz formuna daha ilgiliyim, çünkü yaptğım şey sadece grubumla çalmaktan zevk alacağım parçalar yazmak. Gelecek yüzyılın müziğini keşfetmek gibi bir çabam yok.

Yani kendinizi jazz’a daha mı yakın buluyorsunuz?

Evet bir jazz grubu olduğumuzu söyleyebilirim, doğaçlama ve ritm unsuru çok önemli. Bazen benim klasik müzik geçmişimden yoğun etkiler duyabilirsiniz, ama kendimi daha çok jazz müzisyeni olarak görüyorum. Aslında tam olarak hiç bilemedim, çünkü genelde kendimize bunu sormayız, sadece yapmaktan hoşlandığım müziği yapıyorum ve bunu yapabildiğim için de şanslıyım. Ben sevdiğim şeyi yapıyorum ve biri onun jazz olduğu söylüyor. Ben sadece sesleri takip ediyorum..

Yeni albümünüz Friendly Travelers için Brian Blade’le bir tur tasarınız var mı?

Evet beraber bir turneye çıktık ve 2008 şubat ve martını kapsayacak yeni bir turne için de tasarılarımız var, İstanbul’da yeniden çalmayı planlıyoruz.

Brian Blade bu albümde bazı parçalarda gitar da çalıyor değil mi?

Evet kayıtlarda bir parçada çalıyor, konserlerde 2 parçada gitar çalıyor.

Aynı zamanda Joni Mitchell’le de çalışıyor değil mi?

Evet yakın zamanda beraber bir albüm kaydettiler.

Travelogue albümüyle müziği bıraktığını açıklamıştı..

Evet bu albümle geri dönüş yaptı.

Pat Metheny’nin ayrılmasıyla, 12 yıldır boş olan gitarist konumu için Gary Burton Quintet’e davet edildiğinizde nasıl hissettiniz?

Geçmişte bu kadar iyi gitaristlerle çalışmış muazzam bir grup lideriyle çalışacak olmaktan çok mutluydum. Pat Metheny’nin yanı sıra, Boston’dayken benim gitar hocam olan Mick Goodwick de bu toplulukta yer almıştı ve Gary ile bağlantılar oldukça fazlaydı. Bunun kariyerimde önemli bir dönem olduğunun farkındaydım.

Paul Motion da dahil olmak üzere bir çok jazz devi ile çalıştınız, bu isimler arasında müzikal stilinize ve vizyonunuza en çok katkısı olduğunu düşündüğünüz bir isimden bahsedebilir miyiz?

Evet, Paul Motion’la çalışmak benim için çok önemliydi. Onun ritme dahil oluşu eski jazz geleneğinden gelip çok modern birşeye dönüşür gibi... Hep hissettiğim birşey vardı ki bu adam başka kimsenin çaldığı ya da çalabileceği gibi çalmıyor. Beraber çalmaktan çok keyif aldığım ve kendilerinden çok şey öğrendiğim bir sürü davulcu var. Ama bazı müzisyenler vardır ki, o çalmayı bıraktığında, onun tarzı bitecektir, onun gibi çalan başka kimse olmayacaktır. Onun tamamen kendine has bir tarzı var. Onunla çalmak olağanüstüydü, onun müziğinin parçası olmak ve o seslerin akışına nasıl dahil olduğunuzu görmek..

Kardeşinizle çalarken özel bir diaologunuz var mı, onla çalmak diğer müzisyenlerle çalmaktan ne yönlerde ayrılıyor?

Tabi var, ikimiz müziği beraber keşfettik diyebilirim. Klasik müzik eğitimi alarak büyüdük, daha jazz hakkında hiç bir fikrimiz olmadan doğaçlama yapmaya başlamıştık. Ayrıca kardeş olmanın da getirdiği bir bağ söz konusu... O içimizde çağdaş klasik müzik dünyasına daha yatkın olandı, ben ise jazz dünyasına daha ilgiliydim. Benim Amerika’ya gitmemle birbirinden farklı alanlarda geliştik ve aramızdaki iletişimin üretkenliğinin bir sebebi de bu. Her bir araya geldiğimizde ortak bir nokta bulmaya çalıştık, biraz zor olduğu doğru ama bunun yanı sıra harika bir şey bence bu. Eğer kardeşler beraber çalışıyorsa iletişimin farklı olduğunu görebilirsiniz, diplomasi daha azdır, iletişim oldukça direkttir ve zaman zaman bir denge bulmak zor olabilir. Her çalmak için bir araya geldiğimizde içimizden birinin “senle bir daha asla, asla çalmayacağım” demesiyle sonlanan bir tartışma çıkardı, tabi yeniden toplanmamıza engel değildi bu tartışmalar...(gülüyor)

Rebakka Bakken’le olan çalışmalarınız için, onun sesinin merkez olduğunu ve sizin onun sesinin etrafında döndüğünüzü söylemişsiniz. Bir solist olarak çalarken ya da eşlik ederken ki bakış açılarınızı nasıl yorumlarsınız?

Bu oldukça ilginç bir soru..Benim grubumda, kompozisyonları ben yapıyorum ve beraber çalıyoruz, yani bir bakıma benim müziğim gibi. Ama Rebakka’yla ortak bir şeyler bulmaya çalışır gibi, çünkü pek de jazz diye tabir edemeyeceğimiz parçalar seslendiriyor ve kendini bir jazz vokali olarak tanımlamıyor. Onun sesini seviyorum ve yalnızca eşlikçi bir pop gitaristi olmamaya dikkat ederek o parçaları konuşturmanın yollarını arıyorum. Çünkü bunun solist olmakla ilgisi yok, parçayı destekken doğaçlama da yapabilirsiniz. Onunla olan çalışmalarım oldukça ilginçti, hala ikili olarak çalışmalara devam etmekteyiz. Aynı zamanda oldukça yakın arkadaşım, oturduğum yerin karşısındaki caddede yaşıyor.

Ayrıca plak şirketiniz Material Records’tan biraz bahsedebilir miyiz? Jazz’a odaklanmış bir plak şirketi olarak müzik dünyasındaki rekabeti de göz önünde bulundurursak ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

Ana ürünün müzik olması gerçekten zorlayıcı bir mevzu, ama şirketimizin müzikal duruşuyla ilgili olarak oldukça memnunum. Dağıtım kanalları bazen sorun yaratabiliyor, çok güçlü dağıtım ortaklarımız olan destinasyonlar var ama Fransa gibi bunu sağlamakta zorlandığımız ülkeler de mevcut. Pazarına girmesi zor bir ülke çünkü kendi müzisyenleri çok sevip destekliyorlar, ki bu güzel birşey bence. Ama Avrupa’nın kalan kısmı için Fransa biraz sınır yaratıyor. Ana hatlarıyla baktığınızda kaç albüm satıldığıyla değil de, plak şirketinin duruşuna saygı duyan ve bunla ilgilenen ortaklara ihtiyacınız var, çünkü jazz dünyasında diğer müzik türlerine oranla satışlar oldukça düşük kalıyor. Beraber iş yaparken aynı zamanda ne sattığı konusunda da titiz olan ortaklara ihtiyacınız oluyor. Bir plak şirketini sahip olmak ve onu idare etmek oldukça ilginç bir deneyim. Çünkü biz müzisyenler arasında plak şirketi hakkında yakınmak gibi bir eğilim söz konusu, benim öyle bir tercihim olmuyor..(gülüyor)

Klasik eğitimli bir gitarist olarak, etkilendiğiniz müzisyenler jazz tarafına mı yoksa klasik müzik dünyasına mı yakın kişiler? En çok etkilendiğiniz müzisyenleri öğrenebilir miyim?

Aslında hangi türe yakın olduğun pek bir önemi yok, kendilerini yüzde yüz ifade edebildiğini düşündüğüm müzisyenler beni en çok etkileyenler diyebilirim. Mesela Glenn Cloud’dan çok etkilendiğimi söyleyebilirim, onun kendini ifade şekli tamamen kendine özgü, hiç bir öğenin adaptasyonu yok gibi. Gitar söz konusu olduğunda klasik tekniği ağır basan bir gitarist olarak Ralph Towner’ın erken dönemlerimde bende bir etkisi olmuştur, aynı zamanda ECM mesubu bir müzisyen. Bir buçuk yıl kadar önce onla bir tura çıktık ve beraber albüm kaydettik. Müzik hayatım süresince önceleri oldukça fazla dinlediğim ve etkilendiğim müzisyenlerle çalışmala imkanım olduğu için çok şanslıyım. Aynı durum Gary Burton ve Paul Motion ile de söz konusu. Ralph Towner’ı ilk dinlediğimde onun müziği benim için çok derin bir deneyim olmuştu çünkü önceleri hiç böyle bir şey duymamıştım. Hala o kadar da ünlü olmamasına şaşıyorum çünkü öyle iyi bir müzisyen ki hatta zamanımızın en yetkin müzisyenlerinden biri diyebilim. Yarınki performans için bizi dinlemeye gelme ihtimali var.

Bir klasik müzik bestecisi ve icracısı olarak, eserlerini yorumlamaktan özellikte zevk aldığınız bir besteci var mı?

Özellikle yorumlamayı çok sevdiğim bir besteci var ki, o da Bach. Gitarla da yorumlanabilecek ud için yazılmış eserleri var ve bu enstruman için yazılmış en iyi eserler diyebilirim. Bu kompozisyonları çalarken keyifli vakit geçiriyordum ama belirtmeliyim ki kendi müziğimi ya da dahil olduğum diğer topluluklarda çalmak da harika deneyimler. Eski zamanlarda yaşamış ve asla tanışma imkanınız olmayan insanların müziğini çalmak bambaşka bir dünya, bunu seviyorum. Biz hem bestekar hem de yorumcu kimliğiyle, müziğe bir çok açıdan yaklaşarak modern zaman müzisyenlerini temsil ediyoruz.

Messiaen’ın işlerinden çok etkilendiğinizi okumuştum..

Son yüzyıla baktığımızda Messiaen bana en harika deneyimleri yaşatan bestecilerden diyebilirim. Her iyi müzikte bestecinin ve icracının ötesine geçen ruhani bir yan vardır. Bir sanatçı olarak gerçekten istediğinizi üretirken egonuzun eserin önüne geçmemesi önemli bir durum, çünkü iyi müzik her zaman senden büyük oluyor. Messiaen’da bunu yoğun bir biçimde hissediyorum, onu 5 dakika dinlemekle bu hale geçebiliyorsunuz. O, müziğiyle kendi varlığının ötesinden birşey göstermeye çalışıyor. Aydın’ın müziğinde de bunu hissediyorum.

Chick Corea’nın da favorilerinden olduğunu okumuştum?

Gayet mümkün.

Peki yarın sizi dinlemeye gelicek mi?

Dün gece geç saatte ona bir mail attım, buralardaysa geleceğini umuyorum. Bugün için de bizimle şampiyonlar ligi finalini izlemeye davet ettim onu, tam bir futbol fanatiği...

Onla olan çalışmalarınızdan bahseder misiniz biraz?

Benim plak şirketim Material Records’tan yayınlanan albümünde bir parçayı ikili olarak kaydettik, ve bu doğaçlama inanılmaz bir deneyimdi, ayaklarımı yerden kesti. Çok fazla ortak çalışmamız olduğunu söyleyemem ama bir müzisyen olarak size daha önce farketmediğiniz bir şeyi öğretecek, ya da tamamen seveceğiniz bir şey ifade edecek müzisyenler olması çok ö önemli. Müzik evrenimde Aydın’ın da yer alması benim için çok önemli, beraber çalmamıza gerek yok bunun için. O tıpkı parlayan bir ışık gibi..

Peki onun yeni albüm tasarıları olup olmadığı hakkında bir fikriniz var mı?

Emin değilim çünkü Aydın gizemlidir biraz.. Kendi kendine sürekli kaydettiğini biliyorum. Bazı müzisyen arkadaşlarım da onun çalışmalarını yakından takip ediyorlar. Bazen “bunu Aydın’dan aldım” denilen bir kaset dolaşıyor el altından (gülüyor). O bir bilim adamı gibi, laboratuarından sürekli yeni şeyler çıkıyor, ve bunların yayınlanmasıyla ne kadar ilgilendiğini bilmiyorum, onun odağı başka şeylerde..

Bir dinleyici olarak bunları duymanın, başkalarının dünyasına da bir çok şey katacağı görüşündeyim..

Katılıyorum, bu nedenle bir plak şirketim olsun istedim. Bu noktada da diğer soruya geliyor konu ki iyi dağıtım kanalları olması çok önemli. Bir diğer aşama Türkiye’de de iyi dağıtım kanallarına sahip olmak olacak. Bir plak şirketi olaran bu bizim görevimiz.

Pitchler kardeşlerle olan trio’nuz uzun süreli bir topluluk mu yoksa proje bazlı bir işbirliği mi?

Bu uzun süreli bir topluluk, 2.5 sene önce beraber çalmaya başladık. Uzun zamandır sürekli beraber çalacağım bir topluluk kurmayı planlıyordum. O zamanlar Brian Blade ve Mark Johnson’la bir üçlümüz vardı ama çok yoğun olduklarından ancak yılda 2 hafta toplanabiliyorduk. Bir noktada istediğimiz zaman toplanıp beraber çalabileceğimiz bir topluluğun üyesi olmaya ihtiyacım olduğunu farkettim bu nedenle genç müzisyenler arıyordum. Çalışını gerçekten çok sevdiğim basçıyı bulduktan sonra davulcu olarak kimi beğendiğini sordum ve kardeşini önerdi. Aramızdaki çok üretken bir şeye dönüştü ve üçümüzde çok keyif alarak çalıyoruz. Onları bulduğum için çok memnunum.

Yakın gelecekte yeni projeler var mı?

Evet bir sürü yeni fikir var. Bunlardan biri şu sıralar üzerinde çalıştığım bir eser, Aralık ayında sahnelenecek. Kuran ve İncil’den bölümleri içerecek bir çalışma bu. Rebekka Bakken İncil’den olan kısımları seslendirecek; Dhaffer Yousef ise Kuran’dan olan kısımları..

Peki günümüz jazz’ı hakkında görüşleriniz..

Bence jazz şuan an en ilginç zamanlarını yaşıyor, hiç bir zaman jazz’ın eski zamanlarda kaldığı fikrine katılmadım. Çok üretken işler yapan harika müzisyenler var ve jazz her zaman gelişiyor ve değişiyor. Mesela Aydın bunlarda biri..

*Bu söyleşi Temmuz 2007'de Jazz Dergisi'nin 47. sayısında yayınlanmıştır.