18 Ocak 2008 Cuma

“Bu konuya müzik yoluyla baktık...”

Akbank Oda Orkestrası, Türkiye’de çok sesli evrensel müziğin kitlelere ulaşımı söz konusu olduğunda dikkati en çok üzerine toplayan orkestralardan biri. Gerek programların etrafında döndüğü temalar, gerek seçilen eserlere getirilen harika yorumlar, gerekse konuk edilen solistler açısından; dinleyicisi için büyük bir mutluluk kaynağı olmanın yanı sıra, birçok kişinin çok sesli evrensel müzik ile tanışmasında da orkestranın etkisi oldukça büyük. Mart ayı içersinde, vurmalı sazların kraliçesi olarak anılan, dünyaca ünlü perküsyonist Eveleyn Glennie’yi; Nisan’da ise Schostakovich 'in Birinci Konçerto’sunun dünyadaki en ileri gele yorumcuları arasındaki Natalia Gutman’ı ağırlayan orkestranın bugüne değin imza attığı konserler arasında; "Bach, Caz ve Lale Devri" (Aya İrini, 1998) "Alla Turca" (Tophane-i Amire, 1999) "1789, Akl-ı Selim'in Müziği" (Tophane-i Amire, 2000), "At-Nağmeler" (Istabl-ı Amire-i Ferhan, 2001) ve "İstanbul'da Erguvan Zamanı" (Aya İrini, 2004) gibi etkinlikler var.

1998 yılında orkestranın daimi şefliğine getirilen Cem Mansur, Akbank Oda Orkestrası’nın hayatlarımızdaki bu rolünü en çok borçlu olduğumuz isim. Kirov Operası, Royal Philharmonic Orchestra, London Mozart Players, City of London Sinfonia, BBC Concert Orchestra, George Enescu Filarmoni Orkestrası, Concerto Grosso Frankfurt, Prag Ulusal Tiyatrosu ve Mexico City Filarmoni Orkestrası gibi kuruluşlarla da çalışmaları bulunan şef, yönettiği ve oluşturduğu harika programların yanı sıra; dinleyici ile seslendirilen programla ilgili bilgilerini, düşüncelerini ve besteciyle ilgili anekdotları paylaştığı konser öncesi sohbetleri ile de anılıyor.

Cem Mansur ile müzik hayatı, çok sesli evrensel müzik ve Türkiye’de müziğin neleri değiştirebileceği üzerine bir sohbet…

İlk olarak Türkiye’de çok sesli müziğin kitlelere ulaşımı hakkında görüşlerinizi almak isterim. Bir röportajınızda devlet orkestralarının bilinçli bir taşra konserleri politikası olmalı demişsiniz. Sizce ne denli odaklanılıyor bu konuya?

Bütün orkestralar, yalnızca devlet orkestraları değil; Türkiye’de sanat yapan herkes bu işi sadece büyük şehirlere odaklanmış bir ayrıcalık olarak değil de, herkesin hakkı olan bir şey haline getirmek için elinden geleni yapmalı. Bunun için de devlet orkestralarının taşra konserlerinin sürekli hale getirilmesi yapılacak en kolay ve en kilit şeylerden biri. Sadece konserlerle değil, anlatmak lazım. Türkiye’de anlamsız bir önyargı var müzikle ilgili. Müzik uygar ve çağdaş olan bir yerde, herkesin hayatına girebilecek ve güzelleştirebilecek bir şey. Türkiye’de ulaşılmaz, anlaşılmaz ve yabancı bir şey gibi görüldüğü ve gösterildiği için… Tabi bunda eğitim sisteminin, sanat kurumlarının, sanatçıların, herkesin ortak sorumluluğu var. Aslında müzik o kadar temiz, anlaşılması ve insanın hayatına sokması o kadar kolay bir şey ki. Zamansız ve hiçbir sınır tanımayan bir şey müzik, klasik müziği anlamaktan bahsediyorlar, o kadar değişik katmanda algılanan bir şey ki çok sesli müzik; analitik olarak anlayabilirsiniz, duygusal ilişki olarak anlayabilirsiniz… O bakımdan zor ve ulaşılmaz bir şey olarak görülüyor.

Anladıkça alınan keyif artar deyişi vardı ya…

Herkes soyut bir şey anlıyor, kimin ne anladığını sözcüklerle açıklamak imkânsız. Ancak analitik boyutu açıklanabilir, şu armoni oradan buraya gitti gibi. O bence müzikle ilişki kurmanın en önemli unsuru değil. Anlamaktan ne anladığımız hepimiz için farklıdır. Mozart’ın 40. senfonisi neyi anlatıyor, hiç bir şeyi anlatmıyor. Sözcüklerle ifade edilebilir bir şey olsaydı anlatmaya çalıştığı her neyse, o senfoni olmazdı.

Yıldızlar geçidi konserle dizisinin Mart ayındaki konuğu Evelyn Glennie’nin çalışmalarını nasıl buluyorsunuz?

Çok takdir ettiğim bir müzisyen. Evelyn Glennie’yi uzun zamandır davet etmek istiyordum Akbank Oda Orkestrası’na. Birçok açıdan çok ilginç bir müzisyen; vurmalı sazların solist kimliği kazanmasında en büyük rolü oynayan kişi. Kişiliği, virtüözitesi, ısmarladığı ve ona adanmış eserlerle; vurmalı sazların repertuarında başkalarının 10 yılda yapamadığı şeyi tek başına yaptı. Birçok ilginç bir yönü var ki; kulakları duymuyor yüzde 95 gibi bir oranda. Bu da müziğin ne kadar sihirli bir şey olduğunu gösteriyor.

Sahneye çıplak ayakla çıkarak, titreşimleri hissederek orkestraya uyum sağladığını duymuştum…

Titreşimlerden çok daha fazlasını hissediyor tabi. Son araştırmalara göre; müzik, kulağı duymayan insanlarca titreşim yoluyla yalnız ritmik unsur olarak değil; armoni, melodi, form gibi unsurları da içerecek biçimde, beynin aynı yerinde uyarılmaya yol açıyor. Yani kulağı duyan ve duymayanlarca müziği algılanışı beynin aynı bölgelerine denk düşüyor, son aylarda ortaya çıkan bu veriler gerçekten heyecan verici. Evelyn Glennie bence kulakları duysa da duymasa da çok büyük bir virtüöz, çok değerli bir müzisyen. Gerçekten Akbank Oda Orkestra’nın Yıldızlar Geçidi serisine baktığımız zaman, her sezonun bel kemiğini oluşturan şey; seçilen repertuar için davet edilen solist, dünyada o konuda en iyi kim ise O.

Temayı belirleyip solisti ona göre mi seçiyorsunuz, ya da soliste göre mi belirliyorsunuz repertuarı?

Çok değişik oluyor; bazen davet etmek istediğim bir solist oluyor ve ondan repertuar önerileri alıyorum. Ondan aldığım repertuar önerileri doğrultusunda aklımda bir konser teması oluşabiliyor; bir dönem, bir coğrafya, bir felsefi yaklaşım ya da bir sanat akımına gönderme, her şey olabilir bu. Bazen ise aklımda bir program oluyor ve solistin çalacağı eserler de belli oluyor, aklımdaki repertuarı ve ona yakın şeyleri kabul eden bir solisti davet ediyorum. Çok değişik biçimlerde oluşuyor konserler. Konserlerin her şeyden önce bir hikâye anlatması lazım, Türkiye’de çok fazla, bir takım eserlerin bir araya getirilip çalındığı konser var. Ama bu Yıldızlar Geçidi konserler serisinde, “bu konuya müzik yoluyla baktık” denebilmesi ilginç ve heyecan verici. Güzel müzik dinlemenin ötesinde, belli bir konuda bir şey yaşamalı dinleyici.

Konuk ettiğiniz solistler arasında sahnede birlikte olmaktan özel bir keyif aldıklarınız var mı?

Birçok kişi var, son yıllarda davet ettiklerim arasında keyifle çalışmadım diyebileceğim biri yok açıkçası. Ama bu yıla baktığımızda, Stephen Kovacevich, dünyanın en iyi piyanistlerinden biri, onla müzik yapmak çok heyecan verici. Her notada ölüm kalım savaşı verir gibi, her nota çok önemli; canlı müzik yaparken o anda bir şey yaratıyorsunuz, tekrar yaratılamayacak ya da kaydedilerek tekrar yaşanamayacak bir şey… Sezon başında davet ettiğimiz kemancı Elizabeth Wallfisch ile çok heyecan verici bir çalışma oldu, 18. yüzyıl stilini çok iyi bilen bir kemancı ve uzun zamandır orkestrayla çalmasını çok istiyordum. Nisan ayında konuğumuz olan Natalie Gutman var, çok büyük bir viyolonselci. Schostakovich’in konçertosunu çaldı; Schostakovich’in kendisini tanımış bir müzisyen, viyolonselin yaşayan tarihi gibi.

Sizin hikâyeniz, benzer kariyerlere sahip müzisyenlerinkinden biraz farklı gibi; 19 yaşında mühendislik eğitimizi yarıda bırakıp müzik eğitimine başlamışsınız. Türkiye’nin o dönemki koşulları göz önüne alındığında, zor oldu mu bu kararı vermek?

Türkiye şartları ile ilgili olduğu söylenemez, kendi hayatımla ilgili bir karardı, geç de olsa karar verdim. Öncesinde o kadar meraklı değildim açıkçası, küçük yaşta piyano derslerine başlamıştım ama birkaç ay sonra bıraktım. 19 yaşlarında ben hayatımı müzikle geçirmek istiyorum dediğimde, başka bir bölüm okumaya başlamıştım, laf olsun diye bir bakıma, boş durmamak için. Karar verdikten sonra bir takım şeyler şeye hızla değişti hayatımda, ama alışılmışın dışında olduğu bir gerçek, o yaşta müziğe başladım, nota falan bilmiyordum. İnsan bir şeyi çok sevdiği ve istediği zaman bir şekilde yapabiliyor.

Kariyeriniz boyunca çeşitli şehirlerde eğitim gördünüz ve çalıştınız. Bunlar arasında özel bir bağınızın olduğunu düşündüğünüz bir şehir var mı?

Müzik hayatımda özellikle bağım olan yer her zaman Londra oldu. Müzik eğitimin çoğunu, neredeyse tümünü orda geçirdim, belli yaz kurslarının ve workshopların dışında. Oradaki müzik hayatının çok zengin ve çeşitli olduğu yıllarda Londra’da öğrenciydim ve bu büyük bir şanstı; 70li yılların sonuna ve 80lerin tam başına denk geliyor. Türkiye dışında sürekli bağlantım olan yer Londra oldu, halen de öyle. Bir evim de orda, birçok arkadaşım orda; hem dostluklarım, hem sanat yaşamım açısından çok sıcak ilişkilerim oldu ve hayat boyu devam edecek bir yer benim için.

Cem Mansur dendiğinde akla gelen şeylerden biri de konser öncesi sohbetleri ve anlattığınız hikâyeler…

Oxford Şehir Orkestrası’nın başında olduğum yıllarda çağdaş bir eser ya da çok bilinmeyen bir eserle ilgili dinleyicilerle yaptığımız sohbetler oluyordu. Fakat bu konseptli programlara başladığımızdan beri devam ediyor. Özellikle alışılmışım dışından programlar yapıyorsanız, ya da her türlü program için geçerli bu, dinleyicilerin o müzikten daha fazla keyif almasını sağlayacak bir şey varsa söyleyebileceğimiz, onları söylemek görevimizdir diye düşündüm her zaman. Hem sınırları yok ediyor, hem sahneyle dinleyiciyi sıcak bir ilişki ortamında buluşturuyor. En önemlisi o müziğin gökten zembille inmiş bir şeyden öte; tarih, felsefe, coğrafya, kendi yaşamlarındaki duygular düşünceler içinde nereye oturduğuna dair bir bakışı anlatmak. Eser tuhafsa neden tuhaf. En soyut ve çağdaş eserlerin bile dinleyici ile bir ilişki kurmasını sağlamak mümkün. Son yıllarda bunu heyecan verici bir biçimde yaşadık. Ben açıkçası 50–60 kişi gelir böyle sohbetlere diye düşünüyordum; ama insanlar ukalalık etmeden, herkesin anlayabileceği bir dille müzikle ilgili çok fazla bilgi verilebileceğini gördüler. Bunu hem kendi yaptığım işin daha anlamlı olması için yapıyorum. Özellikle bizim gibi sıra dışı programlar çalan bir orkestra için bu çok önemli.

Bu hikâyeleri bir kitapta toplamayı düşündünüz mü?

Bunu soran çok oluyor. Yazılı format çok daha farklı bir şey, ben bu sohbetleri uçucu şeyler olarak görüyorum, o ana özgü.. Ama müziğe dair düşüncelerimi paylaşabileceğim bir kitap düşünüyorum, ama bu sohbetlerin toplanmış hali olmayacak. Müziği paylaşmak ve müziğin doğasıyla ilgili heyecan verici tecrübelerim var, özellikle Anadolu konserlerinde müzikle ilgili çok şey öğrendim. Kitap tecrübelerime, başkalarıyla konuşmalarıma dayanarak ortaya koymak istediğim “müzik ne, niye bizi heyecanlandırıyor, Türkiye’deki rolü ne ve Türkiye için neyi temsil edebilir” gibi… Ben çok sesli evrensel müziğin Türkiye’de çok büyük bir güç olabileceğini düşünüyorum, Türkiye’nin çağdaşlığının en açık ifadesi olabileceğini düşünüyorum. İçinde taşıdığı değerlerin iyi hissedilmesi sayesinde insanların hayatını iyileştirebileceği gibi belki çok ütopik olan bir düşüncem var, ama sanatçının o ütopyayı bir hedef olarak gözünün önünde tutması gerek. Müzik çok büyük bir güç. Nietzsche müzik bize daha iyi bir dünyanın kapısını açar diyor. Bu çok doğru bence, bunu hissetmek herkesin ulaşabileceği bir şey, ben bazen Diyarbakır’da konserden sonra konuştuğum bir çocuktan öyle bir şey öğreniyorum ki müziğin neden önemli olduğuyla ilgili, bunu Paris’te konserden sonra öğrenemem. Türkiye’de biraz gâvur özentisi, ithal malı bir nesne olarak görebiliyoruz bazen. Bu çok büyük bir kayıp, birçok insanın hayatına böyle bir zenginlik değmeden geçebiliyor.

Söylediğiniz daha yoğun olarak çok sesli batı müziği için düşünülüyor gibi…

Çok sesli evrensel müzik, bütün dünyada başka hiçbir ortak noktaları olmayan insanların, aynı derecede heyecan yaşayabileceği ve hayatını derinleştirebilen bir şey.

10 sene öncesine baktığımızda daha büyük kitlelere ulaşılabiliyor değil mi?

Gelişme birilerinin yeni bir şeyler yapmasına bağlı. Konuk orkestralar gidip geliyor, kendi orkestralarımızın seviyesi 20 yıl öncesine oranla kıyaslanamayacak kadar iyi. Bu potansiyelin ülke genelinde çok iyi kullanılması lazım.

Repertuarınızda unutulmuş ve alışılmışın dışında eserlere de yer veriyorsunuz…

Büyük miktarda iyi müzik var dünyada bugün ve tarih içinde. Ama insanlar genelde aynı şeyleri dinleyip çalıyorlar. En popüler eserlerin en popüler olmasında haklı bir sebep oluyor genelde; en iyiler, en heyecan verici olanlar ve en zamansızlar… Son yıllarda öyle eserler çaldık ki, bunu diye kimse bilmiyor diye sormadan edemiyorum. Bir avuç çalmaya değecek eder yok, yüzlercesi var.

Peki, yorumlamaktan özellikle keyif duyduğunuz bir eser ya da besteci var mı?

Canlı olarak müzik yaptığınız zaman, o an çaldığınız eseri yaşıyorsunuz ve o en sevdiğiniz eser oluyor. Ben çok geniş bir yelpazeyi yakın buluyorum kendime ve severek yönetiyorum. Ama özellikle opera bestecisi olarak tek kişi söyleme gerekirse, Mozart. Ama tabi ki tek sevdiğim besteci o değil…

* Bu söyleşi Temmuz 2007'de, Jazz Dergisi'nin 47. sayısında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: