8 Kasım 2010 Pazartesi

Laurie Anderson ve Homeland albümü...

.


Eğer grotesk popçu Lady Gaga’nın tekerleği tekrardan keşfetmeye yeltenmediği bir evrende yaşıyor olsaydık, kuşkusuz en önemli rol modellerinden biri, çok yönlü performans sanatçısı ve müzisyen Laurie Anderson olurdu. Anlattığı hikâyeler ve teatral ögeleri, kemanı ve elektronik cihazlardan akan seslerin yanı sıra heykeller, grafikler, ışıklandırma, slaytlardan oluşan enstalasyonlarla desteklediği sahne performansları ile Laurie Anderson, 1970’lerden bu yana en ilgi çeken performans sanatçılarından biri. Sanatçı, yaklaşık 30 yıllık müzik yaşamı boyunca deneysel müzik ve erişilebilirlik arasında kurduğu dengeyle oldukça ilham verici bir yere sahip. Çağdaş elektronik müziğin, melodik elektronikanın, 80’ler synth popunun, teknonun, Tuva geleneksel müziğinin, yaylılardan süzülen romantik dönem çağrışımlarının ve özgür cazın harmanındaki deneyselliğin, Gil Scoot-Heronvari bir şiirsellikle bütünleştiği yeni Laurie Anderson albümü Homeland, ülkemizde de raflardaki yerini aldı. Albüm, yönetmenliğini Braden King’in yaptığı iki kısa filmden oluşan bir DVD de içeriyor.

Sanatçının müziği ile New York’un deneysel sanat çevrelerinden popüler müzik dünyasına kayışı, İngiltere pop listelerinde 2 numaraya tırmanan O Superman parçası ile oluyor. Bu parçanın da yer aldığı 1982’de yayınlanan Big Science albümü ise, John Coltrane’in A Love Supreme albümünün yanı sıra listelerde en yüksek satış rakamlarına ulaşan avangart albümlerden biri oluyor. Asıl olarak heykel eğitimi gören Laurie Anderson’ın kariyeri, NASA’dan eser siparişi alan tek sanatçı olma, Beat kuşağı yazarı William Burroughs ile ortaklaşa kaydettiği albüm, Herman Melville’nın Moby Dick’ine ithafen bestelediği opera gibi oldukça geniş yelpazedeki işlerle bezeli.

Laurie Anderson’ın dokuz yıl aradan sonra yayımladığı Homeland albümü, müzisyenin daha önce de uğradığı vahalarda geziniyor: Dijital işlemlerden geçirilmiş ya da yalın konuşmavari vokaller, yaylıların hipnotik atışmaları, tuşlulardan süzülen seslerle yaratılan zenginlik, kendisine eşlik eden usta müzisyen kadrosunun da katılımıyla şölene dönüşüyor. Albümün prodüktörlüğünü 2008’de evlendiği Lou Reed’le birlikte Roma Baran ve kendisi yapmış. Albümde Anderson’a eşlik eden müzisyenler arasında saksafonda John Zorn, arka vokallerde Anthony and the Johnsons’ın esas adamı Anthony Hegarty, gitarda Lou Reed, viyolada Eyvind Kang, tuşlularda Four Tet olarak tanıdığımız Kieran Hebden ve Tuva kemençesi “igil” icracılarının yanı sıra “gırtlak vokali” olarak Türkçe ifade edilebilecek, birden fazla sesin duyulabileceği bir teknikle şarkı söyleyen Tuvalı vokalistler de bulunuyor.

Turneler esnasında bestelenmiş olan Homeland albümü, Amerikan kültürü ve siyasetine bir eleştiri. Bahsedilen konular ise Amerika’nın Irak’ı işgalinden hükümetin ekonomik çöküntüye dair tutumuna, sorunların yalnızca uzmanlar tarafından tanımlandığında problemleştirilmesinden evsizlik oranındaki artışa kadar uzanıyor. Politik gündem üzerine görüşlerini manifesto yazmadan, duygusal serzenişlerini ise çiğ romantizme varmadan dile getirdiği dengeli anlatımla sağlanan sözsel bütünlük, müzikal yetkinlikle birleştiğinde Laurie Anderson’ın diskografisinde mesajının en ulaşılabilir olduğu çalışmanın altını çiziyor. Sanatçının müziğinde, hem sesinin tonunu değiştirdiği elektronik cihazlarla bizlere bir androidin ağzından hikâyeler anlatmasıyla, hem de kemanın tellerinin yerine elektromanyetik bantlar döşediği kendi icadı olan cihazla bir nevi teknoloji kullanımının artışının getirdiği yabancılaştırmaya dair bir tepki var.

Sanatçının albümün kapağında büründüğü Fenway Bergamot karakteri, Laurie Anderson’ın eril benliğini temsil ediyor. Açılışı orgdan süzülen sarmalayıcı seslerin üzerine viyoladan arabesk çağrışımlı bir melodiyle yapılan, albümün en sivri parçalarından olan Another Day in America’daki Amerikan kültürüne serzeniş, elektronik cihazlarla basa çevirdiği Fenway Bergamot’u temsil eden ses ile aktarılıyor. Albümün popa en yakın duran parçası Thinking of You ise, bir Çin “erhu”sundanmışçasına pentatonik viyola melodisiyle başlayıp, yaylıların enfes uyumu ve nispeten melodik vokaliyle oldukça akılda kalıcı.

Erkek egemen müzik endüstrisinde, Madonna’nın seksapelini performanslarının merkezine oturtarak cinsel objeliğe kasıtlı dönüşümü ve kudretli, kontrolcü duruşu ile yarattığı ikilemde vuku bulan feminist tavrının aksine, dişiliğini mümkün mertebe sanatsal üretiminin arkasında tutmaya özen gösteren protest bir duruş Laurie Anderson’ın sergilediği. “Yıldızları gerçekten çok seviyor olmamın sebebi onları incitemeyecek olmamız” diyen sanatçının anavatanın politik, çevresel, kültürel ve gündelik tutumlarına dair eleştirisi, Obama’nın Meksika Körfezi’ndeki çevre felaketine tepkiyi kızıyla göstermelik yüzüşüyle yumuşatmaya çalışmasının unutulduğu şu günlerde, yalnızca müzikal bir keyif olmanın ötesinde farkındalığı hedef alan hassas damarlarda dolaşıyor.

Laurie Anderson/ Homeland/ EMI

* 03.10.2010 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Philip Glass

.


Günümüzde Çağdaş Batı Sanat Müziği dünyasında oldukça geniş bir kitleye hitap edip, sanat müziğini kitleler için erişilir kılan besteci sayısı ne yazık ki çok az. Özellikle atonalitenin, tınısal arayışların ve teknolojinin yansımalarının hüküm sürdüğü 20. yüzyılda etkili olmuş Yeni Müzik’in sınırlı sayıda bilinçli dinleyiciye hitap etmesi gibi bir durum söz konusu. Ancak yeni müzik akımları arasında minimalizmin farklı bir yeri var. 1960’ların Amerikası’nda yeşeren bu akım tekrar eden figürler üzerine kurulu olması, maceraperestlikten uzak ritmik yapısı ve durağanlığı ile ‘basit ve sıkıcı’ diye eleştirmesine rağmen, yalnız çağdaş müzik çevrelerinde değil popüler müzik dünyasında da yoğun ilgi gördü. Minimalizm akımının öncülerinden Philip Glass hem konser salonlarında, hem opera evlerinde, hem film müziği ve popüler müzik endüstrisinde takdir gören belki de tek besteci olarak öne çıktı.

Her ne kadar yaklaşımlarında farklılıklar gözlense de Terry Riley, Steve Reich ve La Monte Young gibi Amerikalı çağdaşlarının yanı sıra, Philip Glass da minimalist okulun kurucularından biri olarak anılır. Kendisine ‘minimalist besteci’ yerine ‘tekrar eden yapıların bestecisi’ demeyi tercih eden Philip Glass’ın müziğindeki armonik durağanlık, bir nevi yüzünü doğunun kaynaklarına döndürdüğünün göstergesidir. Philip Glass, öğrencilik yıllarından itibaren yüzünü Hint Sanat Müziği’ne dönerek bu geleneğin gerek felsefi, gerek de doğaçlamaya taban oluşturan döngüsel ritmik yapılarından yoğun olarak etkilendi; müziğinin temellerini bunun üzerine kurdu. 1960’larda sitarcı Ravi Shankar’ın popülaritesiyle Hint Sanat Müziği etkisi pop dünyasında Beatles, caz dünyasında ise John Coltrane üzerinden kendini göstermekteydi. Batı Sanat Müziği üzerinde yansıması ise, 1960’ların ortalarında Chappaqua filminin müzikleri için Ravi Shankar’la birlikte çalışan Philip Glass üzerinden oldu.

Philip Glass’ın müzik dünyasında üstlendiği rolde üretkenliğinin ve çalışmalarındaki çeşitliliğin de payı büyük. Operaları, sekiz senfonisi, sekiz konçertosu, yaylı dörtlüler için yazılmış eserleri, solo çalgılar için yazmış olduğu eserler... yaptığı film müzikleri ile üç kez Oscar’a aday olması, kendi bestelerini çalmak için kurduğu Philip Glass Ensemble’da icracı olarak boy göstermesi ve turneye çıkıp solo piyano için yazmış olduğu eserleri çalması Philip Glass’ın zengin sanat yaşamından kimi başlıklar.

Philip Glass’ın solo piyano için yazmış olduğu eserleri arasında 1989’da yayınlanan ‘Solo Piano’ albümünde yer alan besteler kendine has stilini karakterize etmesi açısından önemlidir. Bu eserlerden ‘Metamorphosis’ 1988’de bestelenmiş ve ismini Kafka’nın Dönüşüm isimli hikâyesinden alıyor. Favorim olan ‘Mad Rush’ ise 1981’de Dalai Lama’nın New York’ta ikamet edecek olmasını kutlayan etkinlik için yazılmış; ilk olarak Dalai Lama’nın St. John the Divine Katedrali’ne girişinde Philip Glass tarafından kilise orgunda çalınmış. Bir diğer beste ‘Wichita Vortex’ ise Glass’ın yakın arkadaşı Beat kuşağı şairlerinden Allen Ginsberg’in aynı isimli şiirinden alınan ilhamla bestelenmiş; Ginsberg’in şiiri okumasına eşlik ederek ve şiirin ritmine ayak uydurarak... Bir konser piyanisti şatafatı ve virtüözik dışa vurumculuğun yakınından geçmeyen bir duruş Philip Glass solo piyanosu. 2003’te yayınladığı Solo Piyano için Etüdler 1-10 da bu geleneğin devamı bir nevi; bu besteleri kendi başına turneye çıkıp solo piyano eserlerini seslendirdiği performanslar için repertuarının genişlemesi ve kendi çalış tekniğini ilerletmek açısından yaptığını söylüyor besteci.

Philip Glass 12 Aralık akşamı Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda solo piyano için yazmış olduğu eserleri seslendirmek için sahnede olacak. Çağdaş klasik müzikten çok ambient müzik kategorisinde değerlendirilmesi daha makul olacak bu eserler, popüler müzik çevrelerinde Glass’ın en ilgi uyandıran eserlerinden. Orkestra ya da başka solo çalgılar için yazdıklarından farklı olarak Glass’ın ‘solo piyano’ eserleri Erik Satie çağrışımlı ambians odaklı bir müzik. Solo piyano yazımının temelinde yer alan tekrar eden motifler, az ve nitelikli lirik melodiler, akışkan dinamikler ve narin tınılar ile birlikte Philip Glass’ın vaat ettiği meditatif evreni oluşturuyor. Kaldı ki söz konusu Philip Glass olduğunda ‘az’ genellikle daha çoktur.

*08.12.2009 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Cecil Taylor

.


Akbank Caz Festivali’nin perşembe akşamı CRR’de gerçekleşen konseri belki de bu yılki festivalin en ilginç konseri oldu. Özgür cazın yaratıcılarından piyanist Cecil Taylor ve Avrupa serbest doğaçlama sahnesinin önde gelen davulcularından Tony Oxley’nin performansı, salonda bulunan dinleyicilerin bir kısmını hayran bırakırken hatırı sayılır bir kalabalığın ise salondan kaçarak uzaklaşmasına sebebiyet verdi. Cecil Taylor, performanslarına dinleyicinin hazırlanarak gelmesini söyler, çünkü piyano stili ilk duyuşta kaotik bir kakafoni etkisi yaratır, dinleyici için olukça talepkâr ve tabir-i caizse zor bir müziktir. Batılı kulakların melodi, ritim, tonalite ve dinamiklerle alakalı alışkanlıklarını alaşağı eden bu müzik, dinleyiciyi müziğe dair bambaşka bir algı geliştirmeye davet eder. Piyanonun tuşlarına bir perküsyon takımıymışçasına yaklaşan, piyanonun geniş ses aralığının her bölgesinden mümkün mertebe yararlanan, olağan dışı hızı ve enerjisi ile Cecil Taylor’ın stili, 1960’larda cazın yönünü tayin etmede oldukça öncü bir rol üstlenmiştir.

Bir tür olarak özgür caz; müziğin yapısal bileşenleri olarak sıralayabileceğimiz tonal, armonik, melodik, ritmik geleneklerin ötesine geçmeye, gruptaki solist eşlikçi ayrımından uzaklaşmaya, enstrümanın tınısal kapasitesini ve çalma tekniklerini zorlamaya, serbest doğaçlamayı yaratım sürecinin merkezine koymaya tekabül eder. Caz geleneğine anarşik bir yaklaşım olarak da yorumlanabilecek olan bu akım, bazı eleştirmenlerce ‘anti-caz’ ismiyle de anılır. Özgür cazın ortaya çıkışında 1960’larda Amerika’nın politik ve sosyolojik durumunun yanı sıra, cazın artık siyahi nüfusu temsil eden bir müzik geleneği olmasının ötesinde ticari kaygılar ekseninde dönmesine, bir nevi cazın salon müziği olmasına dair bir isyan halidir.

Kariyeri boyunca çizgisinden ödün vermeyen Cecil Taylor; minik cüssesi, dizine kadar çektiği çorapları ve poturvari pantolonuyla perşembe akşamı sahnede, 80 yaşında, hâlâ enerjisinden ve ateşinden kaybetmeden, bizlere nasıl her şeye karşı durulur dersi verdi. Piyanonun tuşlarına rastgele vurulduğu etkisi de yaratabilecek olan bu müzik, aslında çok üstün düzeyde bir tonal hafızanın göstergesiydi ve kendi içinde takdire şayan bir uyum barındırıyordu. Cecil Taylor doğaçlamalarında piyanonun farklı oktavlarından seçtiği notalarla o anlık bir düzen yaratır ve doğaçlamaları bu düzenin çeşitlendirmeleri ve birbirini takip eden motifler üzerine kuruludur. Konserde beni en derinden etkileyen kısım ise Tony Oxley’nin saten gibi kaygan ve mütevazı eşliğiydi. Cecil Taylor’ın piyanoda yarattığı motifleri davul setinde tekrarlarken, olağan dışı bir içgüdüyle yakaladığı dinamikler ve tuşesi ile piyanoyla enfes bir uyum yakalıyordu.

Müzik tarihinde bazı figürler vardır ki onların getirdiği yeniliklerden sonra bir daha hiçbir şey aynı olmaz; teorik geleneklerin ötesine geçerler, tamamen kendilerine has ve daha önce rastlanmamış bir üslupla kendilerinden sonra gelen akımlara öncü olurlar ve bir dönem, onların ismiyle anılır. Nasıl Beethoven’dan sonra sonat formu algısı, Arnold Schoenberg’den sonra tonaliteye yaklaşım değiştiyse ya da Charlie Parker’dan sonra cazın yönü sanat müziği olmaya doğru eğrildi ise; Cecil Taylor da cazı her defasında yeniden tanımlamaya devam ediyor.

* 24.10.2009 tarihinde Radikal Gazetesi'nde yayımlanmıştır.