13 Haziran 2008 Cuma

New York’ta serbest doğaçlamanın mini kalesi: The Stone…


John Zorn’u müzik dünyasında bu denli önemli bir figür yapan; besteci ve saksafonist kimliği dâhilinde sazının olanaklarını zorlamasının, eklektik bestecililiğinin, yetkin doğaçlama yeteneğinin ve bir nevi müzikal yaratımının deneysellik, yenilik, akıcılık ve şaşırtıcılık ile beraber anılır olmasının yanı sıra; özgür doğaçlama, serbest jazz ve deneysel müzik dünyasında, girişimciliği ile bu müziklerin daha geniş kitlelere ulaşmasındaki rolü olarak anılabilir. 1995’te kurduğu Tzadik plak şirketinin yanı sıra John Zorn; 2005’te açılmasından bu yana kısa sürede avangard müziğin New York’taki kalesi haline gelen The Stone isimli performans kulübünün de kurucusu ve sanat direktörü…

The Stone kar adağı minimum olan, deneysel müziğin mekânlarda hayat bulmasına adanmış bir performans salonu… Kulübün girişi aksi belirtilmedikçe New York’ta bir kulüp için cüzi denebilecek bir miktar olan 10 $ ve kulüpte içki satışı yapılmıyor. Performanstan elde edilen gelirin tamamı o gece çalan müzisyenlere kalıyor. The Stone’un masrafları, yapılan bağışlarla ve kulüpte kaydedilen albümlerin satışından elde edilen gelirle karşılanıyor. Aylık programları oluşturmakla her ay başka bir müzisyen görevlendiriliyor, tabi sanat direktörü olarak John Zorn’un boy göstermesi, kulübün New York yeni müzik hayatındaki mühim yerine katkı sağlıyor.

Aslında The Stone’dan bahsettiğim yazımın, kulübe olan ziyaretimi takiben derginin geçen sayısına yetişmiş olması gerekiyordu. Tam kulüp hakkında bir yazı yazma olasılığını rafa kaldırmışken, kulüpte kaydedilen Lou Reed, Laurie Anderson ve John Zorn performansının, The Stone: Issue Three ismi ile yayınlanması kulüpten bahseden mini bir yazı yazma arzumu pekiştirdi. Bu kadronun bir araya geldiğini duymak, elde kırılgan cisim varsa yere düşürmenize, miller uzağında da olsak performans anının kaydına cam şangırtısı ile dahil olmanıza sebebiyet veresi…

Kulübü ziyaret ettiğim 20 Mart 2008 akşamı, kariyeri boyunca Cecil Taylor, Henry Grimes, William Parker, Alan Silva gibi özgür cazın mühim isimleri ile çalmış olan Sabir Mateen ve altılısı sahne alıyor. Performansa tenor saksafon ile başlayıp, 2. parçada flüt, 3. parçada Si bemol klarnet, sonraları da alto klarnet; bariton, soprano ve alto saksafona geçen Sabir Mateen’in, performansın sonlarına doğru acaba şimdi ne çıkaracak diye beklediğim anda, bildiğimiz polis düdüğünü üflemeye başlaması ile girdiğim hayret sonlanmıyor, son bir hamle olarak cebindeki anahtarları çıkarıp sallamaya başlıyor. Performansa dair en aklımda kalan keman ve çellonun dehşetengiz uyumu oluyor, Sabir Mateen o parçada hangi enstrümanı kullanacağı düşünedursun, iki yaylı, gürültünün estetiğine dair alabildiğine keyifli boyutlara götürüyor salonda bulunanları.

İstanbul sınırları içersinde The Stone’un yaptığının bir benzerini yapan ve kar amacı gütmeden deneysel müziği destekleyen bir performans salonu ne yazık ki yok. Galata Perform; Islak Köpek gibi serbest doğaçlama topluluklarına programında yer vermesi ve 2008 Şubatında düzenlenen, Aralık 2007’de kaybettiğimiz efsanevi besteci Karlheinz Stockhausen’ı anma gecelerine ev sahipliği yapması ile bu felsefeye en yakın duran performans salonu olarak anılabilir. Onun yanı sıra Atlas Pasajı’ndaki yerinden Çukurcuma’daki yeni yerine taşınan plak dükkânı Deform Müzik de doğaçlama performanslara ev sahipliği yaparak deneysel müziğin performans salonlarına taşınmasında zamanla büyüyecek bir yer sahibi olmaya aday.

The Stone gerçek zamanlı kompozisyona bir dinleyici olarak dahil olmanın müzikal keyfini sonuna kadar yaşatan bir performans salonu... Ne derler bilirsiniz, yalnızca içinde bulunduğumuz an var. Bazı zamanlar iç dengeye götüren yolun gürültüden geçtiği de aşikâr.

Kayıp akorların peşinde…


Bu yıl 15. yaşını kutlayan Uluslararası İstanbul Caz Festivali, müzik severler için Temmuz ayına dair bir heyecan kaynağı olmasının yanı sıra; son yılların en jazz dolu programına imza atarak ayrı bir neşe sebebiyeti oluyor. Bu yılın programının bana göre en heyecan verici etkinliklerinden biri ise modern jazz’ın en etkin besteci-piyanistlerinden biri olan Carla Bley’in “The Lost Chords Find Paolo Fresu” projesi ile beraber Arkeoloji Müzesi’nde 5 Temmuz 2008 tarihinde sahneye çıkacak olması…

2007’nin en akıllarda kalıcı modern jazz albümlerinden birine imza atan beşlinin kökleri, 2003’te Carla Bley’in hayat arkadaşı bassist Steve Swallow, ve saksafonist Andy Sheppard’dan oluşan üçlüsüne, davulcu Billy Drummond’un katılması ile atılıyor. Carla Bley ve Steve Swallow’un müzikal ortaklıkları 1960’ların başında Carla Bley’in eski eşi piyanist Paul Bley’in, basta Steve Swallow ve klarnette Jimmy Guifre’den oluşan üçlüsü ile Carla Bley’in bestelerinden bazılarını çaldıkları zamanlara dayanıyor. 2004’te “The Lost Chords” albümünü kaydeden dörtlü, İtalyan jazz’ının kuvvetli isimlerinden trompetçi Paolo Fresu’nun da aralarına katılımıyla 2007’de “The Lost Chords Find Paolo Fresu” isimli albümü yayınlıyorlar.

Albümdeki bestelerin isimleri bir nevi Carla Bley’in nüktedanlığına işaret eder gibi… Albüm 6 kısımdan oluşan Banana suiti ile açılıyor; beş adet Banana ve “One Banana More”… Parçalara isim bulmaya çalışırken beş kısmı olan cisimleri düşündüğünü söylüyor Carla Bley, ve altı kısımdan oluşan suitin muzlarla ilişiği prensipte beş kısmından oluşması ile ilişkilendirilmiş. Banana 1’deki trompet melodisinin daha yüksek tempolu versiyonunun, albümün bana göre en çekici kısmı sayılabilecek kısmı olan Banana 5’te ana melodi olarak karşımıza çıkması; Banana Suiti’ni oluşturan 6 kısım arasındaki çeşitli bağlantılardan biri olarak anılabilir. Albüm, Banana Suiti’nin ardından, aralarında Christopher Reeves anısına yazılmış "Death Of Superman/Dream Sequence #1 - Flying" isimli parçanın da bulunduğu üç parça ile devam ediyor. Albümün tamamında en dikkat çeken öğe iki üflemelinin mükemmel uyumu; hem soprano hem de tenor saksafondaki dupduru ve serin tonuyla Andy Sheppard ve sürdinli trompetten süzülen asil tonu ve flügelhorn’daki ustalığı ile Paolo Fresu; Carla Bley’in bestelerine hayat verirken harikalar yaratıyorlar. Steve Swallow’un elektrik basından süzülen gitarvari soloları ise, albüme apayrı bir karakter katıyor. Carla Bley yaylı dörtlüler için yazılmış eserler dinlediği dönemlerde bu formatta yazmaya dair hevesinin azaldığını ve bu albümü oluşturan parçaları yazarken trompet ve tenor saksafon için yazılmış besteler dinlememeye dikkat ettiğini söylüyor. Carla Bley’in bu albümdeki parçaları bestelerken ki duruşu Duke Ellington’ı anımsatıyor; grubundaki müzisyenlerin yeteneklerini, kapasitelerini oldukça iyi tanıyor ve onları öne çıkarmak için yazıyor Bley... Bu esnada kendisi ise itina ile dikkat çekmemeye çalışan sololar ve mütevazi eşlikleri ile kendi köşesinde usulca bu deneyime dahil oluyor.

Carla Bley ve dörtlüsünün kayıp akorların peşine düştüğü bu yolculukta bize düşen 5 Temmuz akşamı koltuklarımıza usulca yaslanıp; kendimizi Carla Bley’in parmaklarından süzülen lirikliğe, Andy Sheppard ve Paolo Fresu’nun üflemelilerinin baştan çıkarıcı uyumuna, Billy Drummond’un zemini zarafetle donatan davul eşliğine ve usta bassist Steve Swallow’un yetkin sololarına bırakmak… Carla Bley yine yüzünü kabarık saçlarının arasına gizliyor ve bizlere yine, kaleminden çıkan bestelerle, jazz tarihinde nasıl “asıl kadın” olunur dersi veriyor.

Carla Bley // The Lost Chords Find Paolo Fresu // ECM- Watt Label // 2007