14 Mart 2013 Perşembe

Phronesis ile söyleşi


Phronesis’in 2012’de yayınlanan ‘Walking Dark’ albümü; içine çeken groove’u, akılda kalıcılığın ve derinliğin dengesinde beste yapıları ile sene içinde beni en cezbeden jazz albümlerinden biri oldu. Kontrbasta Danimarkalı Jasper Høiby,  piyanoda İngiliz Ivo Neame ve davulda  İsveçli Anton Eger’den oluşan üçlü geçtiğimiz sene devam eden ve tamamen karanlıkta çaldıkları ‘Pitch Black’ konser serisini Høiby’nin, katarakt sonucunda görüşünü yitiren kız kardeşine ithaf etmiş. Güçlü kontrbas melodileriyle ortaya çıkan enerjinin, lirik ve akışkan piyano katılımı ile dinginleşirken, davulun zemini gösterişsiz bir yetkinlikle dolduracağı bir performans ilginizi çekerse; Phronesis 27 Mart 2013’te Salon İKSV’de bir konser verecek. Bu konseri bahane bilerek, üçlünün kurucusu Jasper Høiby ile bir söyleşi yaptım.
Phronesis nasıl kuruldu?
Phornesis, Kraliyet Müzik Akademisi’nden mezun olmamın ardından Danimarka’ya geri taşındığım 2005 senesinde kuruldu. Orda fazla kimseyi tanımıyordum ama Anton’un çalışını dinlemiştim; onla ve İvo ile bir grup kurmak istedim.
Son albümünüze ‘Walking Dark’ın ismini verirken  kardeşinizin deneyimlediği bir hastalık sonrası görüşünü yitirmesinden etkilendiğinizi okumuştum. Tamamen karanlıkta gerçekleşen ‘Pitch Black’ konserler seriniz kız kardeşinize adanmış. Bu serilerden bahsedebilir misiniz? Müzisyenlerin ve dinleyicinin bu yaklaşımdan nasıl etkilendiğiniz düşünüyorsunuz?
Aslında albümün bu konserlerden etkilenmesinden çok, albümün ismi bu ‘Pitch Black’ konserler serisinden geliyor ve bu karanlıkta çalma konsepti kız kardeşime ithaf edildi. Işığın yokluğu hem müzisyenlerin hem de dinleyicilerin deneyimlerini oldukça yoğunlaştırıyor ve bir şekilde herkesi yakınlaştırıyor.
Bundan önceki albümlerde, tüm besteleri siz yapıyormuşsunuz, lakin bu albümde besteleme aşamasında tüm grup üyelerinin katkısı var. Bunun Phronesis’in müziğini ve aranızdaki iletişimi nasıl değiştirdiğini düşünüyorsunuz?
Kesinlikle grup duygusunu arttırdı ve herkesin müzikal olarak söyleyeceklerinin olduğu bir yerde doğal bir geçiş oldu.
Danimarkalı olmanıza rağmen kariyerinizin büyük kısmını İngiltere’de geçirmişsiniz. Phronesis İngiliz jazz sahnesinin bir parçası olarak görülebilir mi? İskandinav kökenlerinizin müziğinizde nasıl bir etkisi var?
İngiltere’de 12 sene geçirdikten sonra, İngiliz jazz sahnesinin bir parçası olarak hissediyorum ve müzik bağlantılarımın çoğu burada. İskandinav etkilerinin farkında değilim ama orda büyüdüğüme göre doğal bir parçam olduklarını söyleyebilirim. Bir zamanlar bu etkilerin müziğimin sound’ı olmasını istememiştim ama bugünlerde umursamıyorum.
Bu sene Kopenhag Jazz Festivali’nde ‘Young Spirit Ödülü’nü kazanmışsınız, bu sizin için ne ifade ediyor?
Bir ödül kazanmak bir çeşit takdir kazanmak gibi ve her zaman güzel bir şey. Artık Danimarka’da yaşamadığım için bu ödül insanların benim müziğimden haberdar olmalarını sağlıyorsa muhteşem bir şey.
Phronesis grubu her hangi bir jazz devinin eşlikçisi olacak olsaydı, kimi seçerdiniz?
Sanırım belirgin cevap hiç kimseyi. Umarım egoist bir manyak gibi tınlamıyorumdur (gülüyor). Bizden önceki her şeye saygı duyuyor ve anlamaya çalışıyorum ama biz kendine özgü bir grupmuşuz gibi hissediyorum. Bir şekilde bir bütünlük arz ediyoruz ve hiç kimse bunu güçlendiremez, yalnızca farklılaştırır.
Müzikal etkilenimleriniz nelerdir?
Kişisel müzikal etkilenimlerin hiphop ve funk’ın yanı sıra 1970’lerde henüz çocukken annemin dinlettiği pop müzikler. Jazz’ı çok geç keşfettim lakin içine çekildim. İfade biçimleri ve spontaneliği çok etkileyiciydi ve gerçekten içimde bir yerlere dokundu.
Yeni albüm üzerinde çalışmaya başladınız mı? Gelecekteki projelerinizden bahseder misiniz?
Yeni müzikler yazmaya hali hazırda başladık, yani daha çok süregelen bir durum. Gelecek sene kaydetme planlarımız var ancak nerde ve nasıl olacağı henüz bir sır. Gelecek yıl şarkıcı/ şarkı yazarı Olivia Chaney ve besteci Dave Maric ile yapacağımız bir işbirliği olacak, birlikte Londra’da Queen Elizabeth Konser Salonu’nda Nisan ayında bir konser vereceğiz. Avrupa’da ‘Pitch Black’ konser serileri devam edecek. Ayrıca Kuzey Amerika ve Avustralya’da da konserler olacak. 2013 şimdiden çok heyecan verici görünüyor!

*Jazz Dergisi Ocak 2013 sayısında yayımlanmıştır!

New York Jazz Sahnesinin Yükselen Yıldızı Aruán Ortiz




Kasım ayı başında Alt Caz’da sahne almak üzere Türkiye’yi ziyaret eden Aruán Ortiz / Michael Janisch Quintet’in performansı beni öyle etki altına aldı ki; grubun iki liderinden biri olan piyanist besteci Aruán Ortiz’in müziğine ve müziğe yaklaşımına merak duymadan edemedim. Basta Mike Janisch, piyanoda Aruán Ortiz, trompette Raynald Colom ve davulda Rudy Royston’dan oluşan topluluk, jazz standartlarından ve kendi bestelerinden oluşan repertuara getirdikleri yorum oldukça dinamik ve akıcı olmasının yanı sıra dört müzisyenin iletişiminin derinliği ayrıca dikkat çekiyordu. Küba asıllı piyanist & besteci Aruán Ortiz ise bu sıralar New York jazz sahnelerinin dikkat çeken isimlerinden. Müziğe ruhani yaklaşımını; klasik eğitimden miras titizliği, jazz’ın olanakları ve çeşitli müzikal geleneklerden etkilenimlerle harmanlayan müzisyen; bol boşluklu perküsif stili ve yoğun enerjisi ile meşaleyi Thelonious Monk’tan devralmışçasına çalıyor. Sözü kendisine bırakırsak…
Bildiğim kadarı ile klasik müzik eğitimi almış bir müzisyensiniz, jazz’a ilginiz nasıl başladı?
Evet, klasik piyano ve viyola eğitimi aldım. Büyüdüğüm yer olan Santiago de Cuba’da jazz’dan haberdardım ama çok da fazla değil çünkü Küba’da jazz, başkent Havana’da daha popülerdir.  O yıllarda Havana’da Jazz Plaza Festivali doruklarındaydı; Dizzy Gillespie, Von Freeman ya da Max Roach gibi müzisyenler festivale sıklıkla katılıyorlardı. Jazz’la alakam onlu yaşlarımda konservatuarda okurken oldu. Benim için herşeyin başlangıcı bir arkadaşımın evinde Chick Corea’nın “My Spanish Heart” albümünü dinlemek oldu. Bu albümü gerçekten çok sevmiştim ve uzun zaman dinlemiştim. Parçaların bazılarını deşifre etmiştim ve bunları çalmak üzere arkadaşlarımla bir grup kurduk. Bunları okulda çalıyorduk, konservatuarın “jazz adamları”ydık. Herşeyi içgüdü ile çalıyorduk, jazz armonisine, formlarına ya da solo geliştirmeye dair hiçbir fikrimiz yoktu çünkü tek referansımız bu albümdü. Arturo Sandoval, Gonzalo Rubalcaba ve Irakere gibi Kübalı jazz müzisyen ve gruplarını dinlediğimizi ve taklit etmeye çalıştığımızı hatırlıyorum. Eğlenceliydi.
2012 sizin için oldukça yaratıcı bir yıl olmuş gibi. Birbirinden stilistik olarak oldukça ayrıksı olan iki yeni albüm yayınlamışsınız: Camarata Urbana Ensemble ile ‘Santiartican Blues Suite’ ve kendi dörtlünüz ile ‘Orbiting’. Bu albümlerden biraz bahseder misiniz?
2012 albümler konusunda benim için çok güzel bir yıl oldu. Camerata Urbana Ensemble ile olan ‘Santiarican Blues Suite’ albümü fikri, aslında Boston’daki José Mateo Bale Tiyatrosu’nun 25.yıl dönümü için benden parça sipariş edilmesi ile başladı. ‘Pagan ya da Değil’ isimli bale için, 1801-1805 yılları arasında gerçekleşen Haiti devrimi sonucu Küba’ya olan büyük göç sonrası, Küba’nın güneydoğusundaki Oriente bölgesinde Afro-Haitili müziğin gelişimini konu eden 35 dakikalık bir beste yaptım. Özel olarak güçlü folklorik unsurlar taşıyan, Afrika diasporası müziğini yansıtan ve daha klasik bir enstrümantasyon ile sergileyen; yani geleneksel Küba müziği, çağdaş klasik müzik ve doğaçlamalar içeren bir parça yazdım. Şirket baleyi 2011’de sundu ve Sunnyside Records albümü bu yıl yayınladı. Çok güzel bir deneyimdi ve o zamandan beri Camerata Urbana Ensemble’ın müzik çevrelerinde sunulumu elle tutulur bir hale büründü. Tesadüfen Orbiting albümüm de 2011’de Fresh Sound records için kaydedildi. New York’ta genelde birlikte çaldığım müzisyenlerle kaydettiğim bir jazz girişimi oldu; davulda Eric McPherson, basta Rashaan Carter ve gitarda David Gilmore. Bu kayıt da bu sene yayınlandı. Enstrumantasyon farklı, lakin fikir yine aynı amacı taşıyor; tüm deneyimlerinin ve çalışmalarının bir araya geldiği, sesini dışarı taşıdığın, kendi kimliğinin sonucu olarak, kim olduğunun sonucu olarak, sana benzer düşünen bir insan topluluğunu bir araya getirerek, yalnızca keyif için önyargısızca müzik yapmak.
Küba kökenleriniz müziğinizi nasıl etkiliyor?
Küba kökenlerim kim olduğumu, kimliğimi, dilimi ve Afrika’daki atalarımı tanımlıyor. Yaptığım her şeyde var, çünkü ne zaman bir parça yazsam ya da çalsam büyüklerime ve atalarıma hürmet göstermeye çalışıyorum. Küba kökenlerim ifade biçimim, duygularım, tutkularım ve saplantılarım.
Sizi etkileyen müzik gelenekleri nelerdir?
Blues, congo, abakuá, tumba francesa, jazz’ın çağdaş ifadeleri gibi Yeni Dünya’dan Afrika kökenli ve ham folklorik amaçlı yaratıcı müzikler. Derin bir mesajı olan her müzik beni etkileyebilir. Son zamanlarda Ligeti, Bártok, Reich, Boulez, Elliot Carter gibi çağdaş bestecilerin yanı sıra Endülüs’ten bir sürü muhteşem müzik dinliyorum. Müziği, içinde ne olduğunu göremediğin lakin iletilen mesajı duyduğun ve hissettiğin soyut bir mimari enstalasyon olarak görüyorum. Asıl keyif, bilgi henüz beyin tarafından işleme geçirilmeden ya da filtrelenmeden önce sindirilme kapasitesinden geliyor ve mesaj bir sesler kombinasyonu olarak algılanıyor. Bunlar birlikte -hoşuna gitsin ya da gitmesin- senin içinde müziğe karşı bir tepki doğuruyor.
Türk geleneksel müziği ya da Türk makam müziği dinleme şansınız oldu mu?
Aslında bu kez çok az. Geçen geldiğimde klasik Türk müziği albümleri almıştım, çok derin bir müzikti. Makamlar ve Sufi müziği hakkında daha çok şey öğrenmek istiyorum.
Müziği kendinizi ifade etmek için seçmiş olmanız hangi motivasyonunuzdan kaynaklanıyor? Müzik üreterek hayatta nereye ulaşıyorsunuz?
Çok güzel soru. Müziği seven meraklı bir insanım, müziği sözlerin ötesinde kendimi ifade edebileceğin bir araç olarak görüyorum. Formlar, yapılar, dokular ve şekiller gibi soyut bir yolda güzellik yaratmaya kapı açan her şey bana ilham veriyor. Yani çalıştığım zamanlarda, çeşitli parçalardan küçük cümleler alıyorum ve onlara farklı bakış açıları ile aynı materyalden yeni renkler ya da aralıksal kombinasyonlarla yaklaşmaya çalışıyorum. Ne oluşturacağını bilmeden yaptığın bir bulmaca gibi. Ve zihnimi belirli bir sembolik form düşünmeden, bulmacanın parçalarını bir araya getirdiğimde şaşırtıcı biçimde muhteşem bir şeyle karşılaşabiliyorum. Bence müzikte bu yöntemi kullanmak insanların bilinçleri üzerinde bir etki yaratıyor, çünkü bu alışılagelen yöntem değil. Ben her zaman beklenmeyen, dinleyicinin ilgisini bir nevi saptıracak bir şey yaratmaya çabalıyorum. Bu benim bir sanatçı olarak asıl amacım ve müzik yaratmaktaki yegâne amacım; ‘yeni’, ‘eski’ ya da ‘kötü’ gibi kavramların anlamlarını değiştirmeye çalışarak kendi hikâyemi anlatabilmek için geleneksel materyalleri kullanmak. Her şey her şeyin aynası ve her şey her şeyin yansıması.
Gelecekteki işbirlikleriniz ve projeleriniz hakkında konuşabilir miyiz?
Önümüzdeki sene kayıtlar, canlı performanslar ve beste çalışmalarını içeren güzel projelerim olacak. Piyanist ve besteci Bob Gluck ile Albany Üniversitesi’nde canlı kaydettiğimiz, piyano ve elektronikler için ‘Textures and Pulsations’ albümü henüz yeni yayınlandı, şu an bu ilginç CD’nin tanıtımı için uğraşıyoruz.  Bu sıralar ‘Collage’ isimli bale için bestelemiş olduğum, Albany Senfoni Orkestrası tarafından 7-8 Mart 2013’de New York’ta ilk kez seslendirilecek olan, 35 dakikalık bir parçanın düzenlemesi ile uğraşıyorum. Ayrıca Morokolu şarkıcı Amina Alaoui ile güzel bir proje içersindeyim; piyano, çello, ses ve perküsyon için bir parça yazıyorum ve Camerata Urbana Ensemble ile önümüzdeki yaz Karayibler’de çıkacağımız turneye hazırlanıyorum. Ayrıca bu bahar ve sonbahar döneminde Aruán Ortiz Quartet ile Aruán Ortiz/Michael Janisch Quintet ile önümüzdeki yaz tura çıkacağım. 

*Jazz Dergisi Ocak 2013 sayısında yayımlanmıştır. 

Jacob Karlzon Trio ile söyleşi

 

İskandinav jazz’ının son yıllardaki en sürükleyici oluşumlarından Jacob Karlzon Trio Kasım ayı sonunda Aksanat’ta bir konser vermek üzere İstanbul’u ziyaret etti. ACT plak şirketinden 2012 içerisinde çıkan albümleri ‘More’, birçok farklı müzikal etkilenimi barındırmasına rağmen kuzey sound’u temelini yoğunlukla hissettirirken, dinleyici derhal içine çekiyor. Piyanoda kusursuz tekniği ve narin tuşesi ile topluluğun lideri Jacob Karlzon, kontrbasta İsveç jazz sahnesinin deneyimli isimlerinden Hans Andersson ve son bir sene içinde aralarına katılan, uzun süredir İsveç’te yaşayan Türk davulcu Robert Mehmet İkiz ile birlikte oluşum bugünkü halini alıyor. Bu üçlünün çalarkenki enerjileri gündelik hayatlarına da yansıyor; konuşurken muazzam bir neşenin yanı sıra derin bir paylaşım söz konusu. Ben bu söyleşiyi yaparken pek güzel vakit geçirdim; müziklerindeki içtenliğin sebeplerine dair kendimce keşiflerde bulundum. Sohbeti adetten olduğu üzere son albümlerinden bahsi açarak başlattım… 
Yaprak: Bu yıl yayımlanan ‘More’ albümünüzden ve yaratım sürecinden bahsedebilir misiniz? 
Jacob: Bu albüm için çalışmaya başladığımda hali hazırda bazı parçalarım vardı, ancak büyük çoğunluğunu özel olarak bu albüm için yazdım. Bu kadar erken yayınlanabildiği için şaşırdım aslında. Biraz baskı da oluşturmadı değil, ama birçok açıdan sürenin dar olması çok iyi oldu; çünkü çalışmak için zamanım uzun olduğunda birçok süreci gereğinden fazla düşünebiliyorum. Albümde Hans çalıyor ve çok uzun zamandır birlikte çaldığımız için onun için özel müzik yazabildim. İkiz albümde çalmadı, ancak yeni albümler için yazacağım parçaları düşündükçe onun bu müziğin içinde çok güçlü bir kimlik olduğunu düşünüyorum. Yani şimdiden bu grup için müzik yazmayı başka bir açıdan düşünmeye başladım. İkiz albümde olmasa da (gülüyor), ‘More’ albümünden oldukça mutluyum. Piyano üçlüsü formatını seviyorum çünkü beraber çalmanın çok direkt bir yolu ve çok hızlı biçimlerde iletişim kurabiliyorsunuz. Çok uzun yıllardır piyano üçlüsü formatında çaldığımdan; bunun olanaklarını keşfetmek ve limitleri birçok açıdan zorlamak istedim. Bu nedenle albümde loop’lar ve synthesizer gibi elektronik unsurları kullandım. Bunlara gelecek albümde daha da odaklanmak istiyorum. Bir yola giriyorsunuz, yapmak istediğiniz, yapmanız gereken bir şeyler var ve sonra karanlık siyah ormanı görmek için daha ileri gitmeniz gerekiyor. 
 Y: (Jacob ve Hans’a) Siz ikiniz uzun zamandır çalıyordunuz ve Viktoria Tolstoy için de çaldınız değil mi? Hans: Yaklaşık 20 senedir birlikte çalıyoruz. Birbirimizle çalmayı çok seviyoruz ve özellikle bu üçlü ile ilgili çok mutluyuz. Bu da 5 senedir sürüyor. Yalnızca artık ‘esas’ davulcumuz var! 
J: Bu Alplerde’ki slalom yarışlarını bilir misin? İnsanların üzerinde numara yerine harfler yazar; buraya nasıl geliriz diye çeşitli değişikliklerden sonra şimdi en sonunda makul davulcuyu bulduk! (gülüşmeler) 
Y: Albümünüzü dinlediğimde hardcore’dan elektronikaya uzanan etkilenimler duyuyorum..
J: Benim için jazz’ın en önemli yönü iletişimin bu yönü ve doğaçlama. Bu müziği çalmamın temel amacı bu. Her zaman birçok farklı tür dinlerim ve başka müzik çevreleri ile bağlantıda olmak benim için önemli. Türlü etkilenimleri bir araya getirerek kendi evrenimi, ev hissiyatımı yaratmak istiyorum. Bu geçen albümde başladığım bir şeydi.
Y: Albümünüzde iki cover var, hatta biri bir Korn parçası. Bu parçaları seçmiş olmanızın bir hikâyesi var mı? J: O parça ‘Untouchables’ isimli albümden. Çok kuvvetli bir albüm ilk dinlediğimde uçmuştum. Bazen hiç duymadığın bir müziğe denk geliyorsun ve “bunu acaba ne düşünerek yaptılar” diye düşünerek şaşırıyorsun. Bir önceki albümde başka bir Korn parçası vardı, ama onu piyano üçlüsü formatına uyarladık. Ama bu parçada tıpkı onların orijinal haline koydukları gibi bir enerji vermeyi amaçladım, sanırım gayet iyi bir iş çıkardık. Nik Kershaw'dan ‘The Riddle’ı seçmemizde de benzer bir durum söz konusu; çünkü bu parça beni uzun zaman takip etti. 1980’lerde bu parça ile büyüdüm, bilirsin korkunç yaşlıyım (gülüyor). Bir şekilde folk’u çağrıştıran bir dokunuşu var. 
Y: Bu ACT plak şirketi için ilk albümünüz. ACT’in jazz dünyasına katkıları hakkında ne düşünüyorsunuz? J: Hepimiz daha önce ACT için kaydetmiştik değil mi? 
İ: Evet, hepimiz bir kaç albümde bulunmuştuk. Bence muhteşem bir plak şirketi, her sene bir sürü albüm yayınlıyorlar, çok iyi bir dağıtım kanalları var. Ayrıca ACT mensuplarını canlı dinleme imkânı vermek için çeşitli Avrupa kentlerinde özel konser akşamları yapıyorlar, 
 J: Kesinlikle. İkiz’in dediği gibi birçok farklı yöntemle çalışmak gerekiyor. Eskiden bir albüm yapardınız satarsa satardı. Şimdi çok sıkı çalışmanız lazım, turnelere çıkmanız lazım çünkü her şey bu açıdan bağlantılı. Aslında artık böyle olmasından mutluyum; çünkü CD’deki müziği insanlar canlı duyduklarında, sahnedeki enerji ve iletişimi gördüklerinde oldukça ilgilerini çekebilir. 
 Y: İkiz, siz de kendi plak şirketinizi kurdunuz değil mi? İ: Evet, bir süre önce. Bir arkadaşımla seneler önce başladık; her sene 2-3 albüm yapıyoruz. Pek zamanımız yok aslında, ama her hafta 2-3 saatimi plak şirketiyle alakalı çalışmaya ayırıyorum. Aralık ayında 18 yaşında yetenekli birinin ilk albümünü kaydedeceğiz ve bundan 10 sene sonra çok daha büyük plak şirketleri ile çalışacağını düşünüyorum, onun ilk albümünü yayınlamak önemli. Y: İkiz çocukluğunda İsviçre’ye yerleşmiş bir Türk, Hans ise eşinin Türk olması dolayısıyla Türkçe konuşuyor; aranızda Türkçe konuşuyor musunuz? 
İ: Genellikle İsveççe konuşuyoruz. Bazen Jacob anlamasın diye Türkçe konuşuyoruz (gülüşmeler). J: O zaman benle aynı fikirde olmadıklarını anlıyorum (gülüşmeler). 
H: (İkiz’e) Albümünde çok güzel bir Türkçe parça vardı. 
İ: Evet bir Türk sanat müziği parçası, Udi Hırant’ın besteci ‘Hastayım Yaşıyorum’. Türk müziği dinlersem, Türk sanat müziği dinliyorum, halk müziği ya da popa fazla ilgim yok. Bu eskiden de şimdi de dinlediğim tür, bilirsin çocukluğunda yerleşiyor. Y: Hepiniz klasik eğitimli müzisyenler misiniz? 
H: Evet ve hayır. Klasik bir eğitim var çünkü enstrüman tekniğinin önemli bir kısmı oradan geliyor. Enstrümanına uyum sağlamak ve onu anlamak durumundasın. Ama klasik müzik kariyeri hiç bir zaman hedefim olmadı. Daha çok bir aracı ya da tekniği öğrenmek için bir araçtı. 
 İ: Aynen… 
Y: (Hans’a) Berklee’de okudunuz değil mi? Müziğe yaklaşımınızda nasıl bir değişiklik yarattı? 
H: Malmö’de konservatuara gittiğim zamanlar küçük bir jazz bölümleri vardı. Lakin burada jazz’ın yalnızca bir türü makbuldü, kalan her şey kötü algılanıyordu. 
 J: Bu hangi tür jazz’dı? (nüktedanlıkla soruyor) 
H: 1960’lar Miles Davis’i.. (gülüşmeler) Biraz da ECM-vari Nordik jazz. Yürüyen bas kötü bir şeydi hatta, basçı olduğunda bunu yapmamak çok zor. 
J: Yapacak başka ne kaldı? (gülüşmeler) 
H: Berklee’e gitmekten çok hoşlandım, tabi ki jazz’a karşı koruyucu bir tutumları var, sonuçta jazz’ın doğduğu yer olan Amerika’da. Daha çok “öncelikle şunları yapmalısın, ondan sonra yaratıcı olabilirsin” gibi bir anlayışları var. Ama başka türde müziklerle tanışmaktan ve dünyanın her yanından gelen kişilerle çalmak keyifliydi. Ayrıca standartları çalmayı öğrenmek önemliydi ancak jazz’a farklı bakış açılarına ya da tutumlara sahip bir sürü farklı insan olduğu için kendi müziğinizi de yapabiliyorsunuz. Aslında en önemlisi beni jazz’ın bir stilden çok müziğe doğaçlama içeren bir yaklaşım ya da bir araç oluşunu görmem konusunda beni açtı. 
Y: Eğer 1960’larda şu an olduğunuz yaşta bir jazz müzisyeni olsaydınız, kimle çalmak isterdiniz? 
J: Miles Davis. H: Evet kesinlikle Miles. 
İ: John Coltrane. 
J: İlla başka bir şey söyleyecektin… (gülüşmeler) 
İ: Bilirsin Miles pek kibar biri sayılmazdı, seni dövebilirdi, hiç değilse Coltrane iyi biriydi…(gülüşmeler) Bu beyler dövülmek istiyor, hatta Korn albümü koyup başlıyoruz. 
H: Dövüş Kulübü Üçlüsü… (gülüşmeler) 
Y: Peki ya Charles Mingus, o da bu konuda pek ünlüdür malum... 
 J: Hayır olmaz, Mingus insanları vuruyordu, bizi biraz aşar. 
Y: Bir diş kırma hikâyesi vardı… 
J: Bir festivalde solosunu uzatan birine kızdığını duymuştum. Sonra bir anda kontrbasını yere bırakmış, adama doğru yürümüş, yüzüne bir yumruk atmış ve sonra yerine geçip çalmaya devam etmiş. Duyduğum buydu. Bilirsin belli bir sınırı olmalı, kendini güvende hissetmelisin, misal kötü bir akşam geçirdin ve pek de iyi bir performans çıkaramadın, “evet hayatta kalırım” diyebilmelisin (kahkahalar). 
 Y: (İkiz’e) Sizle ilgili bir hikâye duydum. Geçen gün eski tüfeklerden bir jazz müzisyeni ve sosyolog bir hocamla sohbet ederken, konu ne kadar yetenekli olduğunuzdan açıldı. Sonra küçükken jazz dinlemeyi sevmediğinizi söylediğinizi ama size gizlice jazz dinlerken bulduklarını sohbeti geçti… 
İ: Evet küçükken bir sürü türe ilgi duydum. 4 yaşında İsveç’e taşındığımızda evde Çaykovski ve Stravinsky dinliyordum. Duydukları büyük annemin tencereleri ile çalmaya çalışıyordum. Ayrıca Barış Manço’yu çok severdim, ben kahramanımdı. Sonra 13 yaşındayken rock çalmaya başladım, Jimi Hendrix’in müziği daha ziyade. Daha sonra bana Hendrix’i anımsatan ve beni çeken bir müzik duydum. Sonra jazz’la ilgilenmeye başladım ama jazz’ın %100 içine girmem Los Angeles’a taşındığımda, davul hocamı bir konserde görmemle oldu. Sanki hayatı için çalıyor gibiydi. Sonra “evet, olay budur” diye düşündüm. 
J: Katılıyorum, aynısı benim için de geçerli. Ailemin evde jazz plakları vardı. Beni bir sürü konsere götürdüler, küçük bir şehirde muhteşem Amerikan müzisyenler ve big band’ler duydum. Çocukken bu duyduklarım beni hayrete düşürüyordu, aynı zamanda rock da dinliyordum. Sonra çeşitli Nordik grupları, Miles Davis’i, John Coltrane’i duyduğumda da benzer bir şey yaşadım. Birden rock’n roll’da duyduğunuz enerji duyuyorsunuz bir müziğin içinde, ama içinde bir de doğaçlama karakteri var. Ve sürekli yeni şeyler oluyor. Sanırım kıpır kıpır bir karakterim var; bu değişimlere ihtiyaç duyuyorum. Yani bence grup olarak çeşitli etkilenimlere ve bu tip benzerliklere sahip olmamız çok önemli bir şey. Y: Sizi çok derinden etkileyen bir konser izlediniz mi? Birkaç sene önce Almanya’da bir festivalde Herbie Hancock ve Wayne Shorter duo bir konser çalıyorlardı. Bir anda orda otururken, aslında yaptıklarının müziğin neyle ilgili ve ne olduğu fikri ile öyle bir çarpıldım ki. Sahnede uzun bir diyaloğa girmişlerdi; inanılmaz dinamikti, sanki sohbet ederek akşam yemeği yiyorlardı ve bunu yapıyor olsalar da orda oturup onları dinlerdiniz. 
Y: Hans, ya siz? 
H: Evet, ben de aynı konserdeydim (hınzırca söylüyor). (gülüşmeler). Sahnede kurdukları bu iletişim ve müzik akarken bunu değiştirebilme ihtimali bu müziğin eşsizliği. Bu aynı zamanda farklı bir seviyede iletişim kurma olanağı da veriyor. 1980’lerin ortalarında Wayne Shorter dörtlüsünün bir konserini izlemiştim. Benzer bir iletişim seviyesiydi lakin sonuçta sahnede daha çok kişi vardı. Ellerindeki mateyale yaklaşımları, çaldıkları parçalar vardı, sonra bunları öyle bir yöne götürüyorlardı ki, ne bir konserde ne de albümde duymadığım yerler. Böyle bir iletişim ihtimalini görünce şaşkına dönüyorsun. 
J: Aslında benim bir tane daha var. Doğduğum şehirde müzik okuluna gittiğim zamanlar plak almak zordu. Önceden sipariş etmen gerekirdi, ne dinleyeceğini bilmezdin ve biri bana bu albümü önermişti. Grubu İsveç’te bir festivalde dinleme imkanı buldum. Albümü defalarca dinledim, virtüözitesinden çok etkilenmiştim. Sonra konsere gittim, “aman Tanrım!”, albümde çaldıklarından çok daha iyi çalıyorlardı. Erkekler için müzik bir dönem süresince spor gibi olabiliyor; mümkün olduğunca hızlı ve gürültülü çalıp her türlü fiyakalı şeyi yapmaya çalışıyoruz. Messi’nin vidyolarını youtube’dan izleyen genç futbolcular gibiyiz. “Onu da yapmak istiyorum, bunu da yapmak istiyorum”. (gülüyor) 
Y: Diğer projelerinizden bahsedebilir misiniz? 
J: Ben Victoria Tolstoy ile çalıyorum, yakında ikili olarak bir albüm çıkaracağız. Önümüzdeki bahar kaydedilecek. Ayrıca Polonyalı bir kemancı ile çalışıyorum, Adam Baldych, yine ACT sanatçılarından. Benim için şuan ki gruba odaklanmak çok büyük bir değişiklik oldu çünkü yıllardır bir sürü farklı grupla çaldım ve oldukça keyifliydi. Ama kendi grubunuzla çalıştığınızda yapmak istediğinizi gerçekleştirmek için kendinizi adamanız gerekiyor. Yani tüm enerjimi bu gruba verebilmek için birçok şeyi geri çevirmek durumunda kalıyorum. Ha bir de Türkçe öğrenmek için…(gülüyor). 
 H: 1990’larda kendi grubum vardı. Neden kendi grubum olduğunu düşündüğümde ise müzikte yapmak istediğim ve bir sürü farklı fikre evet diyebileceğim bir bağlam istemiştim. Ama bunu bu grupta gerçekten gerçekleştiriyorum o yüzden artık buna ihtiyacım yok. Bu gruba gerçekten çok bağlıyım, benim için grup budur. 
 İ: Katılıyorum. Çeşitli türleri çalmayı sevdiğim için ve bu üçlü ile birçok şeye dokunduğumuz için müzikte çok fazla özgürlük var. Yani şuan odaklandığım grup budur ve bu grupla bir bütün gibi hissediyorum. Ayrıca Nils Landgren Funk Unit ile ve bir kaç farklı projede de çalıyorum. 
Y: (Jacob’a) Yeni albümde yer alacak parçalar üzerinde çalışmaya başladığınızı söylediniz, ne zaman dinleyebileceğiz? 
J: Emin değilim, birçok şeye bağlı. Yeni şeyler yayınlamak için zamana ihtiyacım var, bu şekilde çalışabileceğimi biliyorum, çünkü gerçekten istediğim gruba sahibim. Daha iyi bir müzisyen ya da kişi oluşumu düşünemiyorum. Bu işbirliği içinde olduğum için çok çok ayrıcalıklı hissediyorum. Yani üç hafta içinde de yeni albümümüz olabilir, ama bir yandan da birçok farklı şey deneyim etmeye zaman ayırmak istiyorum. Bu şehirde olmak benim için muhteşem mesela. Burada daha fazla zaman geçirmek isterdim, bir sürü müzikle bağlantı kurmak isterdim. Bir süre boyunca bu tip deneyimlerin peşine düşeceğim belki biraz seyahat ederim. Yeni albümü ne zaman yayımlayacağımız ne kadar ya da ne kadar uzağa yolculuk yapacağımla ilgili. 

 *Jazz Dergisi'nin Ocak 2013 sayısında yayımlanmıştır.