13 Şubat 2015 Cuma

İlhan Erşahin ile söyleşi..


Saksofonda İlhan Erşahin, basta Alp Ersönmez, davulda Turgut Alp Bekoğlu, perküsyonda İzzet Kızıl’dan oluşan İstanbul Sessions’ın yeni albümünün kaydı ve bir dizi konser için İstanbul’da bulunan İlhan Erşahin’i albüm kayıtları esnasında ziyaret ettik.
Şu an ne kaydettiğiniz ile başlayalım mı?
Bu İstanbul Sessions’ın üçüncü albümü. Kayda bugün başladık.
Türkiye’de mi yayınlanacak?
Tabi, her yerde yayınlanacak. Avrupa’da.
Diğer projeler nasıl gidiyor? Love Trio, Wonderland...
Valla her şey devam ediyor. Wonderland en son çıktı. Love Trio da devam ediyor, ama daha çok New York’ta Nublu’da çalıyoruz, senede bir iki kere küçük bir şey yapıyoruz onun dışında. Son plağı beş sene önce yaptık ama hep çalıyoruz. Bir sürü yeni parça aslında, daha kaydetmedik ama inşallah bu sene olacak. Ama turne olarak en aktif İstanbul Sessions, Wonderland’le bir şeyler yapıyoruz.
İsveç’te doğup büyümüşsünüz ve sonrasında Boston Berklee’ye gitmişsiniz..
Evet iki sene Berklee’de okudum, sonra New York’a geçtim.
İsveç ya da New York gibi jazz kültürünün güçlü olduğu yerlerde yaşamışsınız. Bu ses dünyalarının sizin müzikal ifadenize ne gibi katkıları oldu? Bir de İstanbul tabi.
Her şey etkiliyor tabi, bazen düşünüyorum, niçin böyle çalıyorum diye ama tabi ki İsveç, o Nordik havalar, öyle büyüdüm yani, Jan Garbarek’lerle falan. Ondan sonra Türkiye’de hep Türk müzisyenlerle çaldığım için böyle bir havada girdi benim içime. Aynı zamanda New York’ta da çaldım hep, New Yorklu müzisyenlerle takıldım, her gün orada Nublu’daki müzisyenleri dinlediğim için. Öyle kafam karışık oldu yani (gülüyor).
Jazz’a ilginiz nasıl başladı? Neden enstrüman olarak saksofonu seçtiniz?
Ben aslında gençken müzik dinliyorum, seviyordum. O günün grupları, David Bowie, Bob Marley, Rolling Stones, T-Rex falan, daha çok öyle rock punk dinleyerek başladım, ska, punk, Sex Pistols falan. The Clash falan.. Ama hep sakfoson solo duyduğum zaman bir yerde bu ne enstrüman, sevdim yani. Ondan sonra denk oldu aslında, lisedeyken, bir kaç arkadaşla tanıştım, yeni lise arkadaşları, onlar bir grup kurdular. Ska grup, ilk konser vereceklerdi iki ay sonra bir horn section [1]lazımdı, konuştuk, ben de ilgileniyordum ama o zaman çalmıyordum. Baya 15 yaşındaydım. Ondan sonra “Ben çalmak istiyorum bu konserde” dedim, gittim kiraladım bir tane saksofon, ondan sonra iki ay prova yaptık. Tabi sololar böyle nota nota. İki ay sonra konser yaptık, sonra o grup baya tutuldu, bizim okulda yani, değişik liselerde çalıyorduk. Öyle yani, ondan sonra saksofon çaldığım için, plak dükkanı gidip başka kim saksofon çalıyor diye araştırdım. Çünkü bilmiyordum o zaman yani, böyle John Coltrane, Stan Getz falan olduğunu bilmiyordum. Ama o zaman araştırma yapmaya başladım, bir sürü plak almaya başladım. Sonra Stan Getz’i keşfettim, o ilklerden biri, ondan sonra John Coltrane, Steve Grossman, Sonny Rollins, Joe Henderson. Sonra yavaş yavaş o müzikten uzaklaşmaya başladım ve yavaş yavaş jazz dünyasına girdim.  Sonra 20 yaşında Amerika’ya gittim o zaman tamamen jazz’cı oldum, diğer müziği unuttum. Ondan sonra on sene baya her gün 12 saat her gün jazz çalıştım, çaldım. Soloları transkript ettim, Amerika’dayken oradaki müzisyenlerle çalışmaya başladım. Orda daha çok standartlar olayına girdim, aynı zamanda Thelonious Monk parçaları, Wayne Shorter parçaları falan. Ondan sonra 1990’ların sonunda geri dönüş yaptım, çünkü 10-15 sene jazz ile geçti. 1998’de bir şey hissetmeye başladım, ben kimim, yani benim kimliğim ne, jazz’dan büyümediğim için, yapma gibi değil de, sonradan gelen bir şey gibi oldu. Zaten Massive Attack, Portishead gibi şeyler, trip-hop çıkmaya başladı ve bana çok yakın gibi hissettim. Çünkü hissettim ki onlar da tam benim gibi müzikten geldiler, hem jazz vardı, hem dub vardı, hem Jamaika vardı, hem rock vardı, hem electronica vardı. O zaman Wax Poetic’i kurdum ve amaç, hem trip-hop hem Groove, hem elektronik DJ’lik, ama aynı zamanda saksofon da vardı içinde. Ondan sonra zaten, 15-16 sene falan oluyor, artık kendi müziğimi yapmam lazım olduğuna karar verdim. Ondan sonra zaten hala ara sıra standart falan çalıyorum ama o günden sonra kendim renk peşindeyim. O zaman Türkiye’ye daha sık gelmeye başladım, Hüsnü Şenlendirici ile tanıştım. İlk Wonderland’i o zaman kurduk. Sonra beş altı sene sonra İstanbul Session’ı kurduk. Aynı zamanda Love Trio’da keyboard çalmaya başladım, çünkü eskiden çalmıyordum.
Rhodes mu vardı?
Genelde Rhodes ve ya Wurlitzer çalıyordum. Öyle yani. Doğal bir şekilde bir yere gidiyor.
Peki İstanbul jazz sahnesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Valla bence heyecanlı yani, çünkü çok hoş müzisyenler var burada. Hepsini, herkesi seviyorum valla. Bir sürü güzel müzisyenler var. Ben burada jazz dünyasına girdiğim zaman az kişi vardı, Aydın Esen, Caz Kozlu, Mahmut Yalay, İmer Demirer falan. O takımda çalıyordum, sonra daha gençler çıkmaya başladı. Ondan sonra patlama oldu zaten bir sürü genç, Amerika ya da Hollanda’ya gitti müzik öğrenmeye. Geri geldiler, herkes ulusal bir lezzetle döndü, bence güzel yani. Baya hareketli sonuç olarak İstanbul. Bazıları burada çok yok diyor ama yani, Paris ya da Berlin’e gittiğin zaman daha fazla jazz’cı yok orda. Burada baya hoş bir renk var ve kalite yüksek, çok iyi müzisyenler var. Hem Batı müziği biliyorlar, arkada böyle Türk müziği de var herkeste. Onun için böyle çok zenginlik var bence.
Siz peki kendi doğaçlamalarınızda, yaratımlarınızda Türk müziği konusunda daha uzman olan kişilerle de çalışıyorsunuz, Türk müziği jazz füzyonunun kültürel altyapısı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Valla ben seviyorum. Türk müziği bilmiyorum, baya bilmiyorum. Yani topluyorum, dinliyorum, kulak olarak, renk olarak biliyorum.
Ama makam teorisi falan bilmiyorsunuz...
Ben ona girmedim, ilgileniyorum ama aynı zamanda ilgilenmiyorum. Çünkü ben kendim renk peşindeyim, onun için Wonderland Türk bir plak aslında arabesk, Roman havaları var.
Hüsnü vardı değil mi onda? Başka kimler var?
Evet Hüsnü (Şenlendirici-klarnet) var. Son plakta Ozan Musluoğlu (bas), Volkan Öktem (davul) çalıyor, yaylılar var, bir kaç şarkıcı var. Ama canlıda Alp Ersönmez (bas) çalıyor, Volkan, Hüsnü, ben ve İzzet Kızıl (vurmalılar) çalıyoruz. Plakta Mehmet Akatay (darbuka) da çalıyor. Yani onda baya Türk renkler veriyoruz hepimiz. Şeye girmedim, eski Türk parçaların jazz versiyonunu yapayım veya da eski makamı alıp onun jazz versiyonunu yapayım. O benlik değil. Başkaları daha güzel yapıyorlar, onlar yapsın (gülüyor).
New York Nublu’nun şehrin jazz sahnesindeki rolü nasıl?
Valla Nublu çok önemli oldu, hem çok iyi müzisyenler orda çaldı, baya müzisyenlerin gittiği bir kulüp oldu. Sadece jazz değil yani, her çeşit müzik var. Zaten jazz çok karıştı ya, her çeşit müzik var. Her gün müzik yapıyoruz, her gün iki grup çıkıyor. Yani Pazar, Pazartesi, Salı, her gün bir şey var. Artık her şehirde, çok öyle yerler yok. Genellikle turistik yerler var New York’ta, Blue Note, Village Vanguard, Jazz Standart. Çok yok ama 5-6 tane var. Ama Nublu biraz daha deneysel, underground, gençlere yer vermek, geç saatte olan bir kulüp. Çok jam session olan bir kulüp.
İşin 50’lerdeki ruhunu tutuyor yani..
Evet, biraz öyle aslında. Diğer mekanlarda o meşhur efsaneyi görüyorsun, para ödüyorsun, oturuyorsun, seyrediyorsun, elli dakika sonra gidiyorsun. Ama Nublu’da bir karışıklık var, o zaman tabi ki daha yaratıcı bir şey oluyor. Onun için zaten bir sürü grup orda başladı. Mesela bir şarkıcı geliyor, basçı arıyor. Gelip Nublu’da takılıyor bir kaç gün, orda dinliyor ve davet ediyor grubuna. O çok oluyor Nublu’da.
Tam bir music scene[2] yani...
Evet, amaç da öyle aslında. İstanbul’da da onun için açtım. Biraz benim kafamda öyleydi. Bazen insanlar şey diyor, senin ne işin var mekan sahibi olmak falan. Ama ben bir sorumluluk hissediyorum çünkü burada da lazım öyle bir yer.
Peki jazz’ın kanonlaşması[3] hakkında ne düşünüyorsunuz? 1980’lerde Wynton Marsalis’ın başını çektiği çevrenin, standartlar repertuarını tanımlayarak tıpkı 18. ve 19. yüzyılın klasik ya da romantik repertuarı benzeri bir anlayışla seslendirilmesi ve jazz’ın salon müziği haline gelmesi ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Tabi klasik müzik gibi bir hale gelmesi gibi bir şey var. O da lazım bence. Bebop da lazım, ya da o geleneksel hal de lazım. Bu bir Amerikan sanatı olduğu için Lincoln Center’i kurdular, tam klasik müzik gibi bir şey, kütüphane yapmak istediler. Oradan tabi ki yüzlerce genç müzisyen, ona göre büyüdüler ve öyle çalıyorlar. Ben karşı değilim, o da olsun. Birisi Thelonious Monk gibi çalıyorsa, ben Monk’u dinlemeyi tercih ediyorum. Ya da birisi Wynton Marsalis gibi çalıyorsa, ben Lee Morgan’ı dinlemeyi tercih ediyorum. Ama yine de böyle aman Wynton çok kötü gibi bir şey yok, bir sürü acayip müzisyen var o anlayıştan gelen. Tabi Amerika’da çok eleştiri var, jazz çok geniş, ama sadece bir tür müzisyen orada çalıyor.
Mesela İskandinav jazz’ını kabul etmemek, fusion jazz’ı ya da başka türlerin etkilerini kabul etmemek gibi. Hani doğru olan budur gibi bir yaklaşım var ya.
1990’lar sonu, 2000’lerin başında bütün festivallerde, bana sorarsan hata yaptılar, bu olay. Çünkü hep çok geleneksel, çok kişiselliği olmayan müzisyenleri getirdiler. Çok iyi saksofoncu diyelim, ama Sonny Rollins değil yani. Ama çok iyi çalıyor. Gençler onu hissediyor ve hakiki olmadığı için hissettiler. Gençler festivale daha az gitmeye başladılar, bütün festivaller bunu görmeye başladı. Ondan sonra 2005’ten sonra gençler bize gelmiyor gibi bir hal oldu, tabi indie rock patlaması oldu. Ondan sonra biz de Bjork de getirelim, Portishead’de getirelim, B.B. King.. Blues, rock, Elvis Castello getirelim. Değişik insan çekmek için. Şimdi jazz festivali de tamamen değişti, şimdi jazz festivali her yerde müzik festivali oldu yani. Adı var ama her müzik içine girdi. Hem aynı zamanda dünya da karıştı, herkes her şeyi dinliyor. Her şeyi seviyor. Doğal bir şekilde bir sonuç oldu.
Yakın gelecekte neler olacak, yeni projeleriniz var mı?
İstanbul Sessions’ın yeni albümünü kaydediyoruz bugünlerde, şimdi değişik bir ses peşindeyiz. Grup olarak jazz’dan biraz uzaklaşıyoruz, baya rock gibi, büyük sahnelik düşünüyoruz. Avrupa’da büyük sahnelerde çaldık ve baya hoşumuza gitti, büyük bir sahnede çalmak başka bir enerji vermek, bunun için başka parçalar lazım, başka aranjmanlar lazım.
Besteleri nasıl yapıyorsunuz?
Bazıları hep beraber, bazılarında ben bir fikir getiriyorum, Alp (Ersönmez- bas) bir şey buluyor, Turgut (Alp Bekoğlğu-davul) bir şey buluyor. Genelde kolektif bir şekilde gelişiyor.
Peki doğaçlama oranı nasıl oluyor?
Bizim zaten ruh jazz. Sadece nasıl Miles Davis jazz’dan geldi sonra elektrik, funk grup koydu alt yapıda, ama adam aslında aynı çaldı onun üzerine. Bu biraz öyle yani, ruhumuz jazz ruhumuz açık. Misafirlere çok açık bir grup ama groove ve hissiyat olarak başka bir altyapı peşindeyiz şimdi bu grup olarak.



[1] Bir orkestra ya da grupta üflemeli sazların oluşturduğu bölüm
[2] Türkçesi müzik sahnesi. Ancak daha çok müzisyenlerin, dinleyicilerin, müzik işletmecileri gibi aracıların etkileşimi ile yeni iletişim ağlarının ve yaratım ortamlarının doğduğu müzik çevrelerini belirtmek için kullanılır.
[3] Kökenini Hristiyanlıkta kilisenin bir azizi tanıması olarak bulan terim, Batı müziği tarihinde önemli bestecilerin ve repertuarın belirlenmesi ve gelenekselleştirilmesi bağlamında kullanılır.

* Jazz Dergisi, Ocak 2015 sayısında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: